kurana göre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kurana göre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2013 Salı

VESİLE NEDİR?





Kuran da "Vesile" kavram 2 yerde kullanılır. V-S-L kelimesi: Allah’a Yaklaşma vasıtası, Sevaba nail olmak için Allah’a yakın olmak için yapılan hususlardır…


Tevessül kelimesi Arap dilinde ‘’vesile’’den gelen bir tabirdir. Kur’an’da “tevessül” tabiri geçmemekle birlikte, aynı kökten gelen “el-vesile” kelimesi Maide Suresi 35. Ve İsra Suresi 57. Ayetlerde geçer.

Siz ey imana ermiş olanlar! Allaha karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, Ona daha yakın olmaya çalışın ve Allah yolunda gayret gösterin ki mutluluğa erişebilesiniz.
(Maide-35)

İmdada çağrılan bu ilahların Allah'a en yakın olanları dâhil olmak üzere hepsi Allah'a yaklaşmanın yolunu ararlar. O'nun rahmetini diler ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur.
(İsra-57)

“Vesile, kendisiyle tevessül edilen ve yaklaşmaya araç kılınan fiil ve davranıştır. Burada kendisiyle Allah’a yaklaşılan itaatleri yapmak ve isyanlardan kaçınmak anlamlarından mecaz olarak gelmiştir.


En güzel isimler Allah'ındır. O'na o isimler ile dua ediniz…
(A’raf-180)

Bu kimseler 'Ey Rabbimiz, inandık, günahlarımızı affeyle, bizleri Cehennem ateşinin azabından koru' derler.
Zorluklara sabredenlerin ve sözlerini tutanların, (Rablerine) yürekten bağlı olanların, (servetlerini Allah yolunda) harcayanların ve bütün kalpleriyle af dileyenlerin.
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve O'nun adaleti ayakta tuttuğuna Allah'ın kendisi, melekler ve bilgili kullar tanıktır. O'ndan başka ilâh yoktur. O üstün iradeli ve hikmet sahibidir.

Allah katında geçerli olan din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine bilgi geldikten sonra karşılıklı ihtirasları yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkar ederse bilsin ki, Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur.
(A’li İmran 16-17-18-19)

Onlardan önce bu yöreyi yurt edinmiş ve (gönüllerine) imanı yerleştirmiş olanlar (arasındaki yoksullara da ganimetin bir kısmı verilecektir), bir sığınak arayışı içinde kendilerine gelenlerin hepsini seven ve başkasına verilmiş olanlara karşı kalplerinde hiçbir haset olmayan, aksine kendileri yoksulluk içinde bulunsalar bile diğerlerini kendilerine tercih edenler; işte böyleleri, açgözlülükten korunanlardır, onlardır mutluluğa ulaşacak olanlar!

Onlardan sonra gelenler, "Ey Rabbimiz!" diye yalvarırlar, "Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve imana ermiş olan(lardan hiçbiri)ne karşı kalplerimizde yersiz ve uygunsuz düşünce veya duygulara yer bırakma. Ey Rabbimiz! Sen şefkat sahibisin, rahmet kaynağısın!"
(Haşr-9-10)

Allah’ın dininde meşru olan TEVESSÜL bunlardır… Bunun dışındakiler herhangi bir delile dayanmamaktadır… Allah’ın isimleri ve sıfatları, Günahlardan sakınmak, Gece karanlığı gibi olan Şirkten uzak durmak İman ve tevhit ile Salih ameller, Muttaki kulların mümin kardeşine gıyabında dua etmesi, zorluk ve rahatlık anında Allah’tan hayâ ederek yalnız ve yalnız ona itaat ve ibadet etmek maksadı ile yapılan tevessül meşrudur…

(Ey müminler!) Sabır ve namazla yardım dileyin: Bu, tam bir sığınma duygusu içinde yürekten Allah'a yönelenler dışında herkes için zor bir iştir.
(Bakara-45)

Siz ey imana ermiş olanlar! Sarsılmaz bir sabır ve namaz ile yardım arayın; zira, unutmayın, Allah zorluklara karşı sabredenlerle birliktedir.
(Bakara-153)

Eğer sadakaları açıktan verirseniz bu güzeldir. Şayet onları kimse görmeden fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve bu, bir kısım günahlarınızın silinmesine vesile olur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
(Bakara-271)

Tevessül çeşitlerinden biri olarak kabul edilen… Birilerinin hatırı, makamı ve mevkii ile istemek… Örneğin: Allah’ım falancı kişinin hatırı veya mevkii filancanın yüzü suyu hürmetine senden yardım diliyorum: Bu ve benzeri beşeri aracı kılma şeklinde yapılan tevessülün İslam dininde yeri yoktur…

Eğer böyle bir isteme tarzı İslam’da olsa idi Allah onu açıkça beyan ederdi ve bu beyan ile makam ve mevki ile birinin aracı kılınması gerekli olsa idi Allah resulü bu makama layık en üstün insan idi… Allah resulünün hayatında hiçbir zaman bu tür bir isteme şekli yoktur ve tavsiye edilmemiştir Kur’an bunları reddeder…

Çünkü Allah eğer birinden hoşnut olacak ise bu hoşnutluğu için aracı koymaz… Yaratılan Allah’a muhtaçtır, Yaradanın böyle bir şeye ihtiyacı yoktur Hiçbir yaratılan Allah’ın vereceği faydaya ve zarara müdahale edemez müdahale için aracı kılınanları Allah ile kıyaslamak ŞİRK’TİR

Allah'ı bırakıp, onlar için göklerden veya yerden herhangi bir rızık sağlayamayan ve zaten buna gücü de olmayan şeylere mi tapınıp duracaklar?

Öyleyse, sakın Allah'la (başkaları arasında) herhangi bir benzerlik kurmaya kalkmayın! Çünkü Allah (her şeyin aslını) biliyor, ama siz bilmiyorsunuz.
(Nahl 73-74)

Halis inancın yalnız Allah'a yönelmesi gerekmez mi? O'ndan başkasını dost ve koruyucu edinenler, "Biz bunlara sırf bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz!" (derler). Şüphesiz Allah, (Kıyamet Günü) onlar arasında (hakikatten saptıkları) her konuda mutlaka hüküm verecektir, çünkü Allah, (kendi kendine) yalan söyleyen ve inatla nankörlük yapan hiç kimseyi rahmetiyle doğru yola ulaştırmaz!
(Zümer-3)

Makamı mevkii ne olursa olsun yaratılmış herhangi birinden zararı veya faydayı sağlayabileceği inancı ile tevessülde bulunmak ŞİRK’TİR. Ölmüş evliya Salih kullardan yardım dilemek imdat etmek onlara adaklar adamak, Ey falanca diyerek hacetini arz etmek tevhidi inançla bağdaşmaz… Allah’tan başkasına yönelmek, dua etmek türbeler yapıp onları ziyaret etmek İslama zıt davranışlardır… Allah’a dua Ayetle şekli olarak belirlenmiştir…

Eğer kullarım sana Benim hakkımda sorular sorarsa -(bilsinler ki) Ben çok yakınım; dua edenin yakarışlarına her zaman karşılık veririm; öyleyse onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.
(Bakara-186)

Ayeti kerimelerde belirtilen DUA ibadet iken nasıl olurda Allah’a has olan bir ibadet biçimi ondan başkasına sarf edilebilir?

Allah’tan başkasına yapılan çağrı vb Kur’anda şöyle izah edilir:

Eğer onları imdadınıza çağırırsanız, çağrınızı işitmezler. Sesinizi işitseler bile size karşılık veremezler. Üstelik kıyamet günü, sizin kendilerini Allah'a ortak koşmuş olmanızı reddederler. Hiç kimse, her şeyin içyüzünü bilen Allah gibi sana haber vermez.
(Fatır-14)

Allah’ın peygamberleri göndermesindeki en büyük sebeplerden biri olan Tevhid gereği Allah’tan başkasına ibadetleri amelleri ortadan kaldırmak ve yalnızca Allah’a yönelmek amaçlıdır.

Aşikâr olan hakikatlere rağmen Kur’an ve Sünnete uygun tevessül ve vesileleri yetersiz görüp Şirke düşüren yollara başvuranlar kendi ürettikleri uydurmalar ile Allah’a yakın olmaya çalışmaktadırlar Allah resulü ve Ashabının hayatlarında olmayan uygulama ve şekiller ile…

Hani siz: “Ey Musa, bir çeşit yemeğe elbette dayanamayız. Rabbi’ne dua et de yerin bitirdiği sebze, acur, sarımsak, mercimek ve soğandan bizim için de çıkarsın.” demiştiniz. Musa da: “Siz bayağı olan şeyle hayırlı olan şeyi değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise bir şehre inin. Sizin için istediğiniz şeyler vardır.” demişti. Onların üstüne horluk ve yoksulluk vuruldu. Allah’tan bir gazaba da uğradılar. Bu, şüphesiz ki Allah’ın ayetlerini inkar ettiklerinden, peygamberlerini de haksız yere öldürdüklerinden idi. İşte bu ceza, isyan ettiklerinden, aşırı gittiklerinden dolayı idi.
(Bakara-61)

Müslümanları tevessül ve vesile hususunda şirke, harama, bidate vb kerih durumlara düşüren ana tema taklittir. Delillerini bilmeden kişilerin görüşlerini taassubu yaklaşım ile savunmak Allah tarafından sakınılması gerekli ameller olarak ayetlerde izah edilmiştir…

Zira onlara, "Allahın indirdiğine ve Elçisine gelin!" denildiğinde, "Atalarımızdan gördüğümüz inançlar ve fiiller bizim için kâfidir" diye cevap verirler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yoldan uzak kimseler idiyseler de mi?

Siz ey imana ermiş olanlar! Siz (yalnız) kendinizden sorumlusunuz: Sapkınlığa düşenler, eğer doğru yolda iseniz, size hiçbir zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allaha olacaktır: Ve o zaman Allah, size (hayatta) yapmış olduğunuz her şeyi bildirecektir.
(Maide 104-105)

Hakkaniyet ölçüsü ile olaylara bakmamız gerektiği için işimize geleni alıp gelmeyeni almamak kendi görüşünü desteklemek olduğu bilinci ile tevile kaçmadan Ayetlerin anlamlarını vermeye çalıştık, Allah’ın ayetlerini kendi heva ve hevesleri uğrunda kullanmaktan Allah’a sığınırız…

Bizlere düşen görev Müminler olarak gece karanlığı olan Şirke düşmeden vesile ve tevesül amellerini haddi aşmadan ifrat ve tefrit dengesini gözeterek Allah’tan dilemek ve dua etmektir..

24 Ocak 2013 Perşembe

Halife olan İnsan'ın SINAVI


Allah(c.c.), insanı ve onlar için gerekli olan her türlü nimeti yeterli miktarda yarattı. İnsan ve evrende bulunan bütün varlıklar için düzen/sünnet(ilahi yasa) koydu. İnsanın dışında evrende bulunan bütün varlıklar kesinlikle Allah’ın kendileri için koyduğu yasalara uymaktadırlar. Hiçbir zaman bu konuda bir aksama ve terslik meydana gelmemiştir/gelmez. Başka bir söyleyişle hiçbir zaman güneşin doğmadığı, gecenin gelmediği, çıranın yanmadığı, suyun akmadığı, ateşin ısıtmadığı, canlı varlıkların gıdasız yaşadıkları ve yaşlanmadıkları görülmemiştir.
Her maddede enerji vardır. Her enerji türü de iş yapabilme yeteneğine sahiptir. Gerekli şartlar yerine getirilir ve elektrik enerjisi klimaya verilirse, klima içinde bulunduğu ortamı hem ısıtır, hem serinletir. Gerekli şartlar yerine getirilmezse sigorta atar, klima bozulur ve çalışmaz. Ama elektrik enerjisi özelliklerinden hiçbir şey kaybetmez. Prize sağlam klima fişi takıldığında elektrik enerjisi gene işlevini yerine getirir. Bozulan, klima ya da ona elektrik taşıyan tesisattır, yoksa Allah’ın elektrik enerjisi için koyduğu sünnetinde bir değişiklik yoktur.
Allah’ın yarattığı varlıklar için koyduğu yasalarla ilgili saptamalarımızı, insana uyguladığımızda değişik bir tablo ile karşılaşırız:  İnsan diğer varlıklardan ayrıcalıklı olarak yaratılmış ve buna bağlı olarak o, çeşitli sorumluluklarla yükümlü tutulmuştur. İnsan yeryüzünde halife kılınmıştır. Bu bağlamda onun en büyük görevi, kendisini yaratanı bilmek ve O’nun kendisi için koyduğu sınırlar(hududullah) içinde kalarak emir ve öğütlerine uymaktır. İnsanın biyolojik yapısı bağlamında (et, kemik, kan, v.s.) bu ister istemez oluyor. Çünkü bu noktada kendisinin yapabileceği hiçbir şey yoktur.  Ancak, kişi kendi dışındaki insanlar, varlıklar ve Allah ile olan ilişkilerini düzenlerken, Allah’ın bu konularla ilgili olarak koyduğu sınırların dışına çıkabilmektedir. “Bu nasıl gerçekleşebiliyor?”, diye sorulursa verilebilecek cevaplardan birisi şöyle olabilir: Çünkü Allah(c.c.) insanı akıllı bir varlık olarak yaratırken, ona çok geniş kapsamlı bir özgürlük alanı tanımıştır. Bu alan o kadar geniştir ki, insan kendisini yaratan Rabbini inkâr edip onu reddetme noktasına kadar ileri gidebiliyor. İşte tam burada hassas bir durum söz konusudur; insanın dünya hayatında kabul edip üstlendiği irade emanetine karşılık ona Rabbi tarafından sınav sorumluluğu yüklenmiştir.
Topluluklar halinde yaşamlarını sürdüren insanlar, kişisel ve toplumsal anlamda bir takım ahlak ve hukuk kurallarına uymakla yükümlüdürler. Bu kuralların ortaya çıkıp oluşmalarının kaynakları nelerdir? Bu oluşta her şeyi yaratıp var eden ve onlara bolca nimetler sunan Allah’ın emir ve öğütlerinin etkisi ya da nispeti ne kadardır? Bu sorular önemlidir, çünkü insanı yaratan Allah, yukarıda da değindiğimiz gibi ona iradeyi vermiş, ama sınavla yapıp ettiklerinden sorumlu tutmuştur. Bundan dolayı sınavla sorumlu tuttuğu insana sorumlulukları da Allah tarafından, kendi aralarından seçilen elçilere verilen kitaplarla bildirilmiştir. Elçiler kendilerine vahyedilen kitaptaki emirleri ilkin kendileri yerine getirir, sonra etrafındakilere bildirir ve daha sonra hep birlikte yaşarlardı. İnsanlık tarihi içinde gönderilen elçilere verilen kitaplarda anlatılan bireysel ve toplumsal yaşam biçiminin adı Müslümanlıktır(İslâm). Bu anlamda İslâm, önerdiği ahlak ve hukuk kuralları bakımından evrensel yaşam biçimidir/dindir.  Bu nedenle vahiy alan elçilerin sonuncusu ile birlikte İslâm Dini’nin uygulanabilirliği bitmemiştir. Bu bağlamda insanı yarattıktan sonra yapıp ettikleriyle sorumlu tutan Allah, en son kitap olan yaşayan Kur’an’ı insanlık için evrensel bir mesaj/kaynak kılmıştır. 
Elektrik enerjisi misalini hatırlarsak,  klima model ve biçim olarak değişebilir. Ancak enerji aynı enerjidir. Bunun gibi toplumların üretim ve tüketim ilişkileri, bilimsel düzeyleri ne olursa olsun, Kur’an ve onun hayata yansıtılmış örneği olan Resülullah(s)’in uygulamaları(İslâm) her zaman ve mekânda örnek olma özelliğini korumaktadır. Mushaf metni sabit, ama yorum ve çözüm önerileri zaman ve şartlar bağlamında değişik olabilir. Özellikle Kur’an’da kendisi ile ilgili yer alan “inzal(inme, indirme, indirgeme)” kavramı buna işaret ediyor olabilir… Ancak insanlar her zaman bunu görüp takdir edemiyorlar. Bu noktada çok ilginç bir durum söz konusudur; Allah’ın her şeye kadir olduğuna inanıp kendilerine Müslüman diyen insanların hayatlarında Allah’ın emir ve öğütlerinin payı ne kadardır? Ya da hiç var mıdır? Örneğin; bütün insanlığın bir sınavı olan Suriye’deki durum için çözüm aradığını söyleyenlerin söylem ve eylemlerinde Kur’an ve Resulullah(s)’in benzer durumlarda sergilediği tutumlardan yararlanmaya çalışan var mı? Yukarıda “İslâm Dini’nin uygulanabilirliği bitmemiştir” demiştim. Elbette bunu söylerken sadece namaz, oruç ve diğer ritüelleri(menasık) kastetmedim. Eğer Müslümanlık aynı topraklarda iç içe yaşayan insanlar arasındaki kanlı boğuşmaya bir çare bulamıyorsa, buralarda yaşayan insanların Müslümanlıklarını sorgulamaları gerekir? Müslümanlık barış(sulh ve selâm) dini değil mi?
Tarihin değişik dönemlerinde İslâmi emir ve öğütler ile gelen elçiler, getirdikleri Zikir/Vahiy ile toplumları uyarmışlar, insanlar arasında var olan yanlış anlayışları söküp atmak istemişler, hayırlı bilgileri yaymaya çalışmışlardır. İslâm Dini’nin öğütlediği yaşam biçimini kendi hayatlarında göstermişlerdir. Böylece insanların sapıklıktan kurtulup yeniden hidayete ermeleri için görevlerini yapmışlardır. Oysa günümüzde toplumlara egemen olan kişilerin dayandıkları sistemler(özellikle kapitalizm) genellikle kendi heva ve heveslerinden kaynaklanmış olup zulme dayanmaktadır. Başka bir deyişle, egemen sistemlerin hepsi beşeri zaaflar taşımaktadır. halde Müslüman olduğunu savunan herkes elçilik görevini üstlenip, Zikir ile uyarma ve bilinçlendirme(takva) işini yapmalıdır. Bu hem kendi kurtuluşu için bir gereklilik, hem de daha önemlisi, Allah(c.c.) tarafından kendisine yüklenen bir görevdir. Bir takım özürler beyan edip bu görevden kaçmak ise hüsrandan başka bir şey etirmez. Bunlara dikkat edip kulak vermek Müslüman olma bilincinin bir gereği ve insanlık borcudur.
Günümüzde dünyanın değişik yerlerinde insanlar arasında çeşitli nedenlerle çatışmalar ve bunlara bağlı olarak büyük acılar yaşanmaktadır. Bu manzara Müslümanların yeryüzü sahnesinde yeterli etkinlikte bulunmadıklarının bir göstergesidir. Oysa Müslüman sürekli sahnede olmalıdır. Çünkü Müslüman sahnede ise Kur’an’ın diliyle her gün fasıl günü olur(yevmu’l fasl). Fasıl günü nedir? O bir ayırım, her şeyi yerli yerine koyma günüdür. Yani zulmün yerine adaletin geçtiği gündür; “Hiç tartışmasız, size vaad edilmiş olan gerçekleşecektir. Yıldızların ışıkları silindiği zaman, gök açılıp yarıldığı zaman, dağlar kökünden sökülüp savrulduğu vakit, Elçilerin belirli vakitleri geldiği zaman. Hangi güne tecil ettirilmişti? Fasıl gününe. Ve fasıl gününün ne olduğunu sana ne bildirdi? Yalanlayanlar için, vay o gün hallerine! Öncekileri helâk etmedik mi? Sonra geridekileri onlara tabi kılarız. İşte biz suçluları böyle yaparız. Yalanlayanlar için, vay o gün hallerine!” (Mürselât 77: 7-19).
Müslüman oturup kıyamet saatinin gelmesini bekleyen birisi değil, her gün sahnede olup bütün günleri fasıl günü yapmaya çalışan bir hakikat elçisi olmalıdır. Bir yerde haksızlığa uğrayan, patronların cimrilikleri nedeni ile yeterli tedbirlerin alınmadığı ve mağdur olan maden işçileri mi var, herkesten önce Müslüman onların yanında durup haklarını savunmalıdır. Etnik kökenleri nedeniyle ötekileştirilmeye çalışılan bir topluluk mu var, Müslüman herkesten önce onların temel insan haklarının savunucusu olmalıdır. Müslüman’ın hazır bulunduğu her yer ve zamanda gün “fasıl günü”, yani insanların insan olarak eşit olduğu yer olmalıdır. Bu anlamda Suriye’de suçlu ve yalancıların rol çalmaya çalışmaları, fasıl gününün tecil edilmesinden/ertelenmesinden başka bir işe yaramıyor…
İnsanları yaldızlı fikir ve sistemlerle kandırarak, onları gerçeklerden uzak tutup sömürü düzenlerini(kapitalizmi) oluşturanların, bu düzenleri sürekli olamaz. Her yerde ve her an vahiy bilgisi ve bilinci ile donanmış, cesaretli, korkusuz, mücahit Müslümanlar çıkabilir. İşte böyle Müslümanlar, elçilik bilinci ile inanç ve düşüncelerini her alanda ortaya koyduklarında, yalancı ve sahte fikirler dağılmaya, silinmeye ve yok olmaya mahkûmdur. Bu, âlemlerin Rabbi Allah’ın vaadidir. Allah, kendisi her şeye kadirdir. Ancak elçilerin görev yapmalarını istemektedir. İşte Müslümanların topluca bilinçlenip Allah için, Allah’ın dinine koştukları gün ertelenen gündür, fasıl günüdür, ayırma ve hüküm günüdür. O gün yalanlayanlar için zor bir gündür. Çünkü onlar devamlı suç işlemektedirler. Bu nedenle o gün hesapları görülecektir. Belki çok güçlü olacaklar, ama Allah’ın gücü her şeyin üstündedir. Ne zaman Müslümanlar Allah yolunda gerçek anlamda kıyam etmişler, işte o zaman Allah onlara yardım etmiştir. Allah’ın vaadi gerçek ve tarihin belli dönemleri ile sınırlı olmayıp evrenseldir.

24 Aralık 2012 Pazartesi

SİHİR VE HARUT İLE MARUT


SİHR:

Sihr, "bir şeyi, göz boyayarak, el çabukluğu yaparak veya başka taktiklerle gerçeğinden başka bir şekilde göstermek"tir:

(A'râf: 115–119) (Sihirbazlar Mûsâ'ya,) "Ey Mûsâ! Sen mi atacaksın yoksa atanlar biz mi olalım?" dediler. (Mûsâ,) "Siz atın" dedi. Onlar atınca da insanların gözlerini büyülediler ve onları korkuttular. Ve büyük bir sihir getirdiler [gösterdiler]. Biz de Mûsâ'ya, "Sen de asanı bırakıver" diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor. Böylece hakk yerini buldu ve onların [Firavun ve ileri gelenlerin] bütün yaptıkları bâtıl oldu [boşa gitti]. (Firavun ve ileri gelenler) artık orada mağlup oldular ve küçük düşmüşler olarak geri döndüler.

(Tâ-Hâ: 65–70) Onlar [sihirbazlar], "Ey Mûsâ! Ya sen atacaksın veyahut ilk atan kişiler biz olalım" dediler. O [Mûsâ], "Bilakis, siz atın" dedi. Bir de ne görürsün! Onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihirden ötürü kendisine koştuklarını hayal ettirdi. Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti. Biz, "Korkma, şüphesiz sen; en üstün olan sensin, sağ elindekini de bırak, o, onların yaptıklarını yutacak. Şüphesiz onların yaptıkları ancak bir sihirbaz tuzağıdır. Sihirbaz ise, her nereye giderse gitsin iflâh olmaz" dedik. Sonunda bütün sihirbazlar, "Mûsâ ile Hârûn'un Rabbine iman ettik" demek suretiyle boyunlarını kösmüş olarak bırakıldılar.

HÂRÛT ve MÂRÛT'UN KİMLİĞİ:

Bu Âyette, şeytânların insanlara sihir ve Bâbil'deki Hârût ve Mârût adındaki iki meleğe/krala indirilenleri öğrettikleri bildirilmektedir.

Âyetin bu bölümüyle ilgili de birçok saçma söylentiler uydurulmuştur. 


HÂRÛT ve MÂRÛT:

Bir çok kuran okuyucusu konuya şöyle açıklama getirir:

Bazıları Âyetin orijinalinde geçen el-melekeyn kelimesini el-melikeyn şeklinde okurlar. Bu durumda Hârût ve Mârût ile, "iki melik" [kral] kasdedilmiş olur. Bazıları da el-melekeyn şeklinde okur. Bu ise, "iki melek" anlamına gelir.

Bununla beraber Bâbil'de geçen Hârût ve Mârût kıssasının ve bunların insanlara sihir öğretmelerinin, Âyetlerin inişine tanık olan Araplar ve Yahudilerce bilinmeyen şeyler olmadıklarını düşünüyoruz. İsimlerin [Hârût-Mârût] Arapça kalıplara uygunluğu da bunu kanıtlayıcı niteliktedir. Rahatlıkla bu iki kelimenin orijinal hâllerinden Arapçalaşmış olduklarını söyleyebiliriz. Âyetler ise, olayı Yahudilerle ilintili olarak sunuyor. Anlaşılan o ki , kıssanın Hz. Peygamber zamanında ve yaşadığı çevrede anlatıla geldiğini ortaya koymaktadır.

Hârût ve Mârût'la ilgili olarak aktarılan ayrıntılı açıklamaları ise ihtiyatla karşılıyoruz. Kaldı ki Âyetlerin amacı bizzat Hârût ve Mârût kıssasını anlatmak değildir. Asıl amaç eleştiri, uyarı, anlatım ve öğüt işlevini görmedir. Önemli olan bu noktalar üzerinde yoğunlaşmaktır ve bu da yeterlidir.

Daha evvel, melek/melâike sözcüğünün mülk veya üluk kökünden türeyebileceğini; mülk kökünden olduğunda "güç"; üluk kökünden olduğunda ise "haberci" anlamına geldiğini; hangi kökten türediğinin de, bulunduğu cümle ve paragraftaki söz akışından anlaşılabileceğini Mlekler ile ilgili makalelerimizde belirtmiştik.

Âyetteki melek kelimesi, üluk kökünden türemiş kabul edilirse melekeyni sözcüğü, "iki haberci" anlamına gelir ki bu da "iki nebi" demek olur. Zaten bunlara vahiy indirildiği de Âyette açıkça zikredilmiştir. Kökü mülk kabul edilip de kelime melikeyni okunursa, "iki kral" manasına gelir ki

Allah'ın Elçilerinin birçoğunun "meliklik" vasfı da vardır; kendilerine "hikmet" verilenler aynı zamanda hükümdardırlar. Bu meleklerin halk kültüründeki türden melek olmaları söz konusu değildir. Zira bu anlamıyla meleklerde irâde yoktur:

(Tahrîm: 6) Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir ateş'ten koruyun. Onun üzerinde, Allah'a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır.

Bunların adları belli değildir. Zira Hârût ve Mârût; Ye'cuc ve Me'cuc, Tâlût ve Câlût gibi birer unvandır. Öyleyse Hârût ve Mârût hakkında, arkeolojik belgeler ortaya çıkıncaya kadar Kur'ân'daki bilgilerle yetinilmesi, bunun dışında tahminde bulunulmaması gerekir.

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da bu iki Peygambere indirilen şeydir. Âyetteki ifadeleri takip ediyoruz:

Hâlbuki o ikisi [Hârût ve Mârût], "Biz fitneyiz, sakın kâfir olma!" demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmezlerdi. Sonra onlar [herkes], o ikisinden erkekle eşinin arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. –Ne var ki, onlar onunla Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler.– Onlar [herkes], kendilerine zarar vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı.

Buradan açıkça anlaşıldığına göre Hârût ile Mârût, karı-koca arasındaki uyumsuzluğa, geçimsizliğe ve ayrılığa neden olan şeyleri öğretiyorlar; yani, mutlu bir ailenin nasıl kurulacağını ve hangi şartlarda yuvanın dağılacağını öğretiyorlar, insanlar da bu iki kral Peygamberden öğrendikleriyle yuvalarını sağlam tutuyorlardı. Ayrıca bu iki kral Peygamber insanlara, "Biz fitneyiz, sakın kâfir olma [sakın bu bilgileri kötüye kullanmayın]" demedikçe de hiç kimseye hiçbir şey öğretmiyorlardı.

MÜNAFIKLIK NEDİR ?


İKİYÜZLÜLERİN ALLAH'I ALDATMASI:

Aslında Allah'ı aldatmak, aklen de naklen de imkânsızdır. O nedenle, "Allah'ı aldatmak" ifadesiyle, "kamuyu ve Elçi'yi aldatmak" kast edilmiştir. Bununla ilgi Kur'ân'da örnekler mevcuttur:

(Fetih: 10) Şüphesiz, şu, sana beyat eden [bağlılık yemini eden] kimseler, ancak Allah'a beyat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. O nedenle, kim sözünden dönerse, artık sadece kendisi aleyhine olmak üzere dönmüştür. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse, Allah ona hemen büyük bir ödülü verecektir.

(Enfâl: 41) Yine, biliniz ki, eğer siz Allah'a iman etmiş, hakk ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği o gün [Bedir Günü], kulumuza indirdiğimiz Âyetlere iman etmiş iseniz, biliniz ki, herhangi bir şeyden ganimetleştirdiklerimiz; artık onun beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar [savaşan gaziler], yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir.

(Ahzâb: 57) Şüphesiz Allah'a ve Elçisi'ne eziyet verenler; Allah onlara dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.

Âyette zikredilen ikiyüzlülerin, Allah'ı ve iman edenleri aldatması konusuna gelince, bu, şu şekillerde söz konusu olmaktadır:

Bunlar çevrelerinde mü'min gözükerek itibar görmek suretiyle. 
Rasûlullah ve mü'minlerden sırlar çalmak suretiyle. 
Kâfirlere uygulanacak yasalardan kendilerini korumak suretiyle. 
Savaş ganimetlerinden pay almak suretiyle. 
Dini; maddî ve manevî çıkarlarına âlet etmek suretiyle.

İkiyüzlülerin kendilerini aldatması ise, bu suçları nedeniyle, onlara verilecek cezanın artırılmasıdır. Bu sebeple, onlar gerçekte, sadece kendilerini aldatmış olurlar. Ayrıca Allah onların her türlü planlarını tersine çevirir. Onların düzenleri hakkında bilgi verir. Bu hususta şu Âyetler yeteri kadar açıktır:

(Nisâ: 142) Şüphesiz ki münafıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak anarlar.

(Âl-i İmrân: 54) Ve onlar kötü plan yaptılar, Allah da kötü plan yaptı [onların kötü planlarını boşa çıkardı]. Ve Allah, plancıların [kötü planları boşa çıkaranların] en hayırlısıdır.

(Târık: 15–16) Şüphesiz onlar, oldukça tuzak kuruyorlar. Ben de bir tuzak kurarım [onları cezalandırırım].

(Neml: 50) Ve onlar böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir tuzak kurduk [bir ceza ile cezalandırdık].

(Mâide: 33) Allah ve Rasûlü'ne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların karşılığı, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama/arka arkaya kesilmesi, ya da yeryüzünden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir zillettir. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır.

13. Âyetteki, İnsanların inandığı gibi inanın ifadesindeki insanlar sözcüğü ile kimlerin kastedildiğini anlamak için biraz fikir yürütmek gerekir.
Âyetteki, النّاس - en-nâs sözcüğünün başındaki ال - el takısı, "ahd-i hâricî" anlamına alınırsa, "Elçi ve o'nunla beraber olan kişilerin iman ettikleri gibi iman edin" anlamına ulaşılır. Öyleyse buradaki insanlar, "Peygamber ve o'nunla birlikte inanmış olan insanlar"dır.
15. Âyette, Allah, onlarla alay eder ve tuğyanları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir buyrulmuştur ki bundan, "Allah'ın onları cezalandırması"nı anlamak durumundayız. Buna, belağat ilminde müşâkele sanatı denir. Daha önce müşâkele sanatından bahsetmiştik.[87–05] Tebyînu'l-Kur’ân; c.2, s.198.

(Şûrâ: 40) Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse artık onun ücreti Allah'a aittir. Şüphesiz ki O, zalimleri sevmez.

(Bakara: 194) Harâm ay [dokunulmazlık ayı], haram aya karşılıktır. Ve bütün haramlar [dokunulmazlıklar; bağlayıcı hükümler], kısastır [birbirine karşılıktır]. O hâlde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Ve bilin ki Allah, takvâ sahipleriyle beraberdir.

(Tövbe: 79) O kişiler [yüz dönenler], mü'minlerden, sadakalardan kendi gönülleriyle bağışta bulunanlara ve güçlerinin yettiğinden fazlasını bulamayanlara dil uzatan, sonra da onlarla alay eden kimselerdir. Allah, onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır.

(En'âm: 33) Biz onların söylediklerinin seni mutlaka üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama o zalimler Allah'ın Âyetlerini bile bile inkâr ediyorlar.

(Tövbe: 65) Ve eğer onlara sorsaydın, kesinlikle "Biz sadece dalmıştık, oyun oynuyorduk" diyecekler. De ki: "Allah, Âyetleri ve Elçisi ile mi alay ediyordunuz?"

(Mutaffifîn: 29–36) Şüphesiz suç işleyen o kimseler, inanan kimselerden bir kısmına gülüyorlardı. Onlara uğradıkları zaman da birbirlerine kaş-göz işareti yapıyorlardı. Kendi yakınlarına döndükleri zaman da zevklenenler olarak dönüyorlardı. Ve onları [mü'minleri] gördükleri zaman, "Şüphesiz işte bunlar, kesinlikle sapıklardır" diyorlardı. Hâlbuki onlar [mü'minler], bunların [suç işleyenlerin] üzerine bekçi olarak gönderilmemişlerdi. İşte bugün de inanmış kimseler, koltuklar üzerinde "bu kâfirler işleye geldiklerinin cezasını buldular mı?" diye bakarak, kâfirlere gülecek.

Buradaki alayı, kıyâmet günündeki alay olarak anlamak da mümkündür.

Bu Âyetlerde insanlar, "münafık" olarak nitelenmektedir. İlk kez geçmesi sebebiyle bu kavramla ilgili kısa bir bilgi sunmak yararlı olur:

NİFAK-MÜNAFIK: 
منافق - münâfıq sözcüğü, "yer altındaki ev, barınak, in" anlamına gelen نفق - nefeqa sözcüğünden gelir. Kertenkele ve yaban faresinin yer altındaki yuvalarına, نفقة - nüfeqa ve نافقة - nâfiqa denir. Yaban faresinin yer altında birden çok yuvası olur; kaçtığı zaman yuvalardan hangisine gittiği bilinmez. O nedenle de yakalanmaz.
Münafığa bu ismin verilmesinin sebebi, onun birden çok inancının olmasıdır. O, bir bakarsın İslâm'a girmiş, bir bakarsın ondan çıkıp başka bir dine girmiştir. [87–06] Lisânu'l-Arab; c.8, s.656-657, “Nfk” mad.

Dini bir terim olarak nifaq, "inanmadığı hâlde çeşitli sebeplerden dolayı ve menfaati icabı kendini Müslüman göstermek; Allah'a, Rasûlü'ne ve mü'minlere düşmanlığını gizlemek" demektir. Bunu yapan kişiye de "münafık" denir.

Âyetten anlaşıldığına göre buradaki münafığın ön plana çıkan özelliği, yükümlülüklerden kolayca sıyrılıp çıkmaya teşebbüs etmesidir. Toplum içinde fesatçı olmaları, akılları sıra Allah'a oyun etmeye çalışmaları, gösterişçi olmaları, salât görevine gönülsüz, üşene üşene katılmaları, döneklikleri, maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvurmaları, kötü sözlerin Müslümanlar arasında yayılmasını istemeleri, yaptıkları kötülüğe sevinmeleri ve övünmekten hoşlanmaları vs. gibi özellikleri de Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve Mâide Sûrelerinde zikredilecektir.

Bu tipler, tüm toplumların her zaman en büyük problemi, belaları olmuşlardır:

(Bakara: 204) İnsanlardan kimi de vardır ki, onun basit yaşam hakkındaki sözü senin hoşuna gider ve o, kalbindekine Allah'ı şahit tutar. Ve o, düşmanlığı en yaman olanıdır.

10. Âyetteki, Onların kalplerinde hastalık vardır da Allah, onlara hastalığı artırdı ifadesindeki hastalık, "onların dünyaya meyledip dünyayı sevmeleri, âhiretten yana gafil olup ondan yüz çevirmeleri"dir. Allah'ın onların hastalığını artırması da, "onları kendi hâllerine bırakması, onlara mühlet verip hemen cezalandırmaması, geçici başarılara kapılıp kötülüklerini sürdürmelerine imkân tanıyarak kalplerini, kulaklarını mühürlemesi ve gözlerini perdelemesidir. Yani, sağlıklı düşünmemeleri, değerlendirme yapmamaları; bunun neticesi olarak da dine-diyanete eğilmemeleridir. "

(Tövbe: 125) Kalplerinde bir hastalık olanlara gelince de; onların da pisliklerinin içine pislik ilave etmiştir. Ve onlar kâfir olarak ölmüşlerdir.

(Hacc: 46) Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, kendisiyle akıl edecekleri kalpleri ve kendisiyle işitecekleri kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur.

(Âl-i İmrân: 166–167) İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah'ın izniyledir. Ve mü'minleri bilsin ve münafıklık yapanları bilsin içindir. Ve onlara, "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız" denilmişti. Onlar, "Biz savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık" dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir.

(Fetih: 11) A'râbilerden [ağzı laf yapanlardan] geri kalmış olanlar sana yakında, "Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti [alıkoydu]. Hadi Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile" diyeceklerdir. Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: "Allah size bir zarar dilediyse veya bir fayda dilediyse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Bilakis Allah yaptıklarınıza haberdardır."

(Hucurât: 14) Bedeviler/iyi konuşma bilenler, "İnandık" dediler. De ki: "Siz inanmadınız, ama 'Teslim olduk' deyin; inanç henüz kalplerinize girmedi. Eğer Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederseniz, O, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi size eksiltmez." Gerçekten Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir!

(Nisâ: 145) Şüphesiz ki münafıklar, ateşten, en aşağı tabakadadırlar. Sen de onlara bir yardım edici bulamazsın.

Demek ki münafık, kâfirden daha adi bir insan tipidir.

11–12. Âyetlerde ikiyüzlüler ile ilgili, Onlara, Yeryüzünde kargaşa çıkarmayın denildiğinde de, "Biz ancak düzelten kişileriz" derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, kargaşa çıkaranların ta kendileridir, fakat bilincine ermiyorlar şeklinde bilgi verilmiş; kargaşa çıkarıp bozgunculuk yapmalarına rağmen düzeltici olduklarını iddia eden münafıklara karşı uyanık olunması gerektiği bildirilmiştir.

Böylelerini geçmişe hapsetmek yanlış olur. İkiyüzlü bu insan tipleri her çağda ve her yerde mevcut olup, "Düzeltiyoruz, yardım ediyoruz" diyerek, fertlerin, akrabaların, toplumların ve ulusların arasını bozarlar; ahlâkî, iktisadî ve siyasî açıdan her yeri fesada verirler. Bu tipler hakkında Kur'ân'da birçok bilgi verilmiştir:

(Nisâ: 61–63) Ve onlara, "Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin!" denince, münafıkların senden uzaklaştıkça uzaklaştıklarını görürsün. Bak nasıl? Elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman; sonra "Biz sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak istedik" diye Allah'a yemin ederek sana geldiler. İşte onlar, Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; Sen onlardan yüz çevir ve onlara öğüt ver. Ve kendileri için beliğ [derinden etkileyecek, güzel] söz söyle!

(Muhammed: 22) Peki, velîler olursanız [yönetimi ele geçirirseniz] yeryüzünde kargaşa çıkarmayı ve akrabalık bağlarınızı koparmayı mı umdunuz?

(Bakara: 205) O, dönüp gitti mi/yetkilendi mi de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez.

Bu bozguncular Rasûlullah döneminden evvel de mevcuttu. Tedbirli olunması ve ibret alınması için Allah onları da teşhir etmiştir:

(Kasas: 76–77) Şüphesiz Kârûn, Mûsâ'nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, şüphesiz onun anahtarları güçlü-kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Bir zaman kavmi ona demişti ki: "Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Ve Allah'ın sana verdiğinde âhiret yurdunu iste. Dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Ve yeryüzünde bozgunculuğu isteme. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez."

(Kasas: 4) Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve ehlini grup grup kıldı; onlardan bir tâifeyi güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi.


MÜNAFIKLARIN DİĞER KARAKTERLERİ:


(Nisâ: 138–139) Münafıklara, şüphesiz, çok acıklı bir azabın kendileri için olduğunu müjdele! Öyle kişiler ki onlar, mü'minlerin astlarından küfre sapanları yakın birisi kabul ediyorlar. Onların yanında izzet [onur ve yücelik] mi arıyorlar? Oysa izzetin [onur ve yüceliğin] tümü Allah'ındır.

(Muhammed: 25–26) Şüphesiz doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geri küfre dönenler, şeytân, hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür. Bu, onların, Allah'ın indirdiğini beğenmeyen kimselere, "Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz" demeleri sebebiyledir. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyor.

Münafıkların karakteri ile ilgili Mücâdele, Tövbe, Enfâl, Haşr ve Mâide Sûrelerindeki detaylı pasajlara da bakılabilir.

17 Aralık 2012 Pazartesi

KUR’ANA GÖRE MERYEM



Meryem ve İsa peygamber insanların üzerinde en çok ihtilaf ettikleri, tartıştıkları şahsiyetlerin başında gelir. Kur’an’ın indiği dönemde de durum aynı olduğundan Yüce Rabbimiz bu iki şahsiyetle ilgili temel bilgileri gerçek olarak açıklamış ve Meryem suresinde konuyu “İşte bu, hak söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları, Meryem oğlu İsa'dır.”[1]ifadeleri ile mühürlemiştir.
Demek oluyor ki bu konuda tek sağlam bilgi Kur’an’da mevcuttur ve Kur’an’da verilen bilgiler ile yetinilmelidir. Gerisi arkeolojik gelişmelere bırakılmalıdır.
Aslında Meryem, İsa ve Zekeriya peygamberlerin yaşadığı çağ da kesin olarak bilinmemektedir. Meryem ve İsa peygamberin Kumran’da Esseniler ile olan ilişkisi dikkate alındığında ve Kitabı Mukaddes’te MÖ. 500’lü yıllara ait bilgiler ihmal edildiğine göre Meryem ve İsa peygamber MÖ. 400- 200 yılları arasında yaşamış olmalıdır. Bu konuyu İsa Peygamber yazımızda daha ayrıntılı vermiş bulunuyoruz.
. Biz de Kur’an’ın değişik yerlerindeki Meryem ve İsa’yı konu eden ayetler ışığında konuyu takdim ediyoruz.
Kur’an’dan öğrendiğimize göre Meryem ve oğlu İsa insanlar için birer ayet; göstergedir.
Enbiya/91:
91Ve o, ırzını titizlikle koruyan kadın; işte Biz, onu güvenli bilgimizle bilgilendirdik. Ve kendisini ve oğlunu âlemler için bir alâmet/gösterge yaptık.

Mü’minun/ 50:
50Ve Biz, Meryem'in oğlunu ve İsa'nın annesini bir alâmet/gösterge yaptık ve ikisini, yerleşmeye uygun, suyu olan bir tepeye yerleştirdik.

Meryem insanlığa örnek bir şahsiyettir:
Tahrim: 12:
12Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan İmran kızı Meryem'i de örnek verdi. İşte Biz onu vahyimizle az da olsa bilgilendirdik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını doğrulayıp uyguladı ve sürekli saygıda duranlardan oldu.


MERYEM’ sözcüğünün anlamı

“ مريم Meryem” sözcüğü “ مفعلmef’al” kalıbında bir sözcüktür. Sözcüğün “bir yerden ayrılmak”[2]anlamındaki “ رامrame” fiilinden türemiş olması mümkündür. Ancak bu ismin, Kitabı Mukaddes’te, iki yerde Musa peygamberin kızkardeşinin adı olarak geçmesi, sözcüğün İbraniceden geldiğini de göstermektedir.[3]
Yeni Ahit’te [İncil], bu sözcük, Marim, Maria ve Mariamme tarzında 53 kez yer alır. Bu sözcüklerin kesin anlamı, net olarak bilinmemektedir. Yorumcular tarafından, “Meryem” sözcüğü ile ilgili, “deniz damlası”, “deniz yıldızı”, “tanrıya bağlı”, “tanrıyı seven”, “hanımefendi”, “ışık veren”, “şişman”, “prenses”, “mağrur”, “güzel kimse”, “kâmil kimse” gibi anlamlar ileri sürülmüştür.[4]
“Meryem” sözcüğü Kur’an’da 34 kez isim şeklinde, 1 kez de “o” zamiriyle işaret edilmek suretiyle toplam 35 kez geçmektedir.
Meryem’in kimliği ve ailesi, yaşadığı çağ hakkında yazılıp çizilenlerin ekserisi hayal ürünü olup bu konuda Hıristiyan kaynaklarında da yeterli bilgi ve belge yoktur.

Ailesi:
Kur’an’da Meryem’in anası babası ile ilgili geniş bilgi verilmemekle birlikte, Âl-i Imran suresinin 35. ayetinden anlaşıldığı kadarıyla babasının adı İmran’dır. İmran’ın Meryem doğmadan evvel öldüğü ve ya sağ olduğu, işi gücü vs. konularında Kur’an’da  bilgi  verilmemiş, Hıristiyan kaynaklarında da herhangi bir ayrıntı bulunmamaktadır.

Meryem’in anasının adının “Hanna” olduğu, onun da Zekeriya peygamberin baldızı olduğu, Zekeriya peygamberin eşinin [yani Meryem’in teyzesinin] adının “Elizabet” olduğu yönündeki nakiller kesinlik arz etmemektedir. Çünkü Taberî Tarihi’nde de olduğu gibi, bu nakiller kesin olmayan Hıristiyan kaynaklarına dayanmaktadır.
Meryem olgusunu Kur’an’dan izleyelim.
Al-i Imran; 32-37:
32-Şüphesiz Allah, Âdem'i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini –birbirinin soyundan olmak üzere– âlemler üzerine seçkin kıldı. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
33,34Şüphesiz Allah, Âdem'i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini –birbirinin soyundan olmak üzere– âlemler üzerine seçkin kıldı. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
35Hani bir zaman İmran'ın karısı: “Rabbim! Kesinlikle ben, karnımdakini tam hür olarak senin için adadım. Sen de benden kabul et, şüphesiz Sen en iyi işitensin, en iyi bilensin” demişti.
36Onu doğurunca da: “Rabbim, şüphesiz ben, onu kız doğurdum; - Hâlbuki Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir- erkek, kız gibi değildir. Ve şüphesiz ona Meryem adını verdim. Ve şüphesiz ben, onu ve soyunu şeytan-ı racimden; kovulmuş/ katil, asılsız söz ve düşünce üreten, karanlığa taş atan şeytandan sana sığındırırım” dedi.
37Bunun üzerine Rabbi Meryem'i güzel bir kabul ile kabul etti. Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi. Ve ona Zekeriya’yı kefil kıldı. Zekeriya ne zaman onun üzerine/özel odaya girse, onun yanında bir rızık bulurdu. Zekeriya, “Ey Meryem! Bu sana nereden?” dedi. Meryem de: “O, Allah katındandır” dedi. Şüphesiz Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.
…..
42,43Ve hani haberci ayetler. “Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz biri yaptı ve seni âlemlerin kadınlarına seçti. Ey Meryem! Rabbine saygılı ol, O'na boyun eğip teslimiyet göster ve Allah'ı birleyen erkeklerle beraber sen de Allah'ı birle!” demişlerdi.
44İşte bu, gaybde; algılama imkânının olmadığı, geçmişin önemli haberlerinden sana vahyettiklerimizdir. Ve Meryem'e hangisi kefil olacağına kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Onlar tartışırlarken de sen yanlarında değildin.

45-46Hani bir zaman haberci ayetler: “Ey Meryem! Allah seni, Kendisinden bir kelimeyle müjdeliyor. Onun adı, Meryem oğlu İsa Mesih'tir. Dünya ve ahrette saygındır. Ve o yaklaştırılanlardan ve salihlerdendir. Yüksek mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşacaktır da. 48Ve Allah, ona kitabı, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri ve Tevrat ile İncil’i öğretecek.
49-51Ve onu İsrail oğullarına; ‘Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir alâmet /gösterge getirdim/ gösterge ile geldim; şüphesiz ben, sizin için, çamurdan; kilden; seramikten kuş şekli gibi bir şey; “buhurdan (tütsülük”) tasarlarım. Sonra onun içine üflerim de Allah'ın izniyle hastalık yapan şeyler kuş oluverir/uçar gider. Ben, körü ve abraşı iyileştirir, sosyal ölüleri Allah'ın izniyle diriltirim. Yiyeceklerinizi ve evlerinizde zahire yapacaklarınızı; biriktirip sonra yiyeceklerinizi size haber veririm. —Eğer inananlarsanız bunda sizin için kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır.- Tevrat’tan sadece İncil’de yeralanları doğrulayıcıyım. Size yasaklanmış olanların bir kısmını serbest edeceğim. Rabbinizden bir alâmet/gösterge de getirdim size. Artık Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Şüphesiz Allah, benim Rabbimdir ve sizin Rabbinizdir. Onun için O'na kulluk edin! İşte bu, doğru yoldur’ diye bir elçi yapacak” demişlerdi.

47Meryem: “Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim için çocuk nasıl olur?” dedi. Allah: “Öyledir! Allah dilediği şeyi oluşturur; O, bir işe karar verdiği zaman onun için “Ol!” der, o da hemen olur” dedi.[5]

Kur’an’ın bu pasajındaki Imran’ın karısının ağzından “Rabbim, şüphesiz ben, onu kız doğurdum; - - erkek, kız gibi değildir” şeklindeki nakilden anlaşıldığına göre Meryem, oğlan bekleyen, oğlanı kıza tercih eden; oğlan kız ayırımı yapan dindar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Ailenin dindarlığını ve doğacak çocuklarını Allah’a hizmete adayışlarını, ve bugünki Yahudilerdeki Kitabı Mukaddes kaynaklı kadının yerini dikkate alırsak, oğlanı kıza tercih etme nedenini o günün toplumunda kızlara dine hizmet etme imkanı verilmez oluşu, olabileceğini düşünebiliriz.
Meryem’in cinsiyeti
Aşağıda ayrıntılı olarak vereceğimiz üzere, bize gore Meryem erselik[6] yapıda yaratılmıştır.
Şöyle ki:
-  Ali Imran’daki bu pasajda Rabbimizin “Hâlbuki Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir” buyurması, aslında Meryem’in kız olmadığının da bildirilmesdir.
-Yine bu pasajda Rabbimizin “Bunun üzerine Rabbi Meryem'i güzel bir kabul ile kabul etti. Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi.” ifadelerinde Meryem bitki olarak nitelenmiştir (bitkiye benzetilmemiştir). Meryem'in normal bir insan özelliğinden çok, bir bitki özelliği taşıdığını düşündürmektedir. Bir insanın bitki özelliğinde olması Rabbimizin yaratılış kanunlarına ters değildir. Çünkü insanın yaratılış aşamalarından birisi de bitkilik evresidir:
Ve Allah sizi yeryüzünde bitki olarak bitirdi. (Nûh: 17)
Meryem'in daha sonra erkeksiz hamile kaldığı da göz önüne alınırsa, bitki özelliğinde olması onun tıpkı çiçekli bitkilerin çoğunda görüldüğü gibi " erselik" yapıda olduğu, yani vücudunda hem erkek hem dişi üreme organı bulunduğu ihtimalini ortaya çıkarır.
Yine ayetteki “Ve Meryem'e hangisi kefil olacağına kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Onlar tartışırlarken de sen yanlarında değildin”  ve “Ve ona Zekeriya’yı kefil kıldı” ifadelerinden Meryem’in Mabede tesliminde sorun yaşandığı, işi kur’a çekerek hallettikleri, sonunda Zekeriya’nın mabette Meryem’in kefili  olduğu anlaşılmaktadır.
-  Yine bu pasajdaki “  seni âlemlerin kadınlarına seçti” ifadesi ile belirtilen seçkinlik, Meryem'in meziyetleri dolayısıyla diğer kadınlardan üstünlüğünü değil, onun biyolojik farklılığını, fazlalığını, fizikî bakımdan diğer kadınlarla aynı yapıda olmadığını anlatmaktadır.
—Yine bu pasajda “Ey Meryem! Rabbine gönülden kul ol, ona boyun eğ ve rükû edenlerle [rükû eden erkeklerle] beraber rükû et!” demişlerdi.” ifadesinden Meryem’in erkekler arasında, erkeklerin görevini aldığı ve yaptığı anlatılmaktadır. Âyetteki  er-Rakiîn ifadesinin müzekker getirilmesi her halde sadece seci'[kafiye] olsun diye değildir.

-  Enbiyâ Suresinin 92. ayetinde de Meryem'e işaret eden zamirler “ehsanet, ferceha, fiyha, cealnaha, ibneha”  şeklinde müennes [dişil], Tahrîm Suresinin 12. ayetindeki zamirlerden biri ve bir sıfat, “fiyhi, kanitiyn” şeklinde müzekker [eril], diğeri “ elleti, ehsanat, ferceha, saddegat, rabbiha, kanet.” şeklinde müennes[dişil]olarak yer almıştır.
-Meryem suresinde aşağıda görüleceği üzere Meryem pasajına girerken 16. ayette “Hani o, ailesinden/yakınlarından ayrılarak doğu tarafında bir yere kaçıp gitmişti..” şeklinde nakledilmiştir.Yukarıdaki ayetlere göre Meryem, ehlinden [ailesinden ve yakınlarından] ayrılıp tek başına doğuda bir bölgeye gitmiştir. O dönemde Meryem’in kaç yaşında olduğu ve ehlinden hangi sebeple ayrıldığı konularında herhangi bir bilgi yoktur. Meryem’in ailesini terk etmesinin sebebi olarak “hayız gördüğü için utanmıştı” veya “hamileliği bahanesiyle uzaklaşmıştı” tarzında yapılan yakıştırmalar, ayetin orijinal anlamını bozmaktan başka bir şey değildir. Bizim kanaatimize göre Meryem sorunludur ve sorunları sebebiyle yakın çevresinden uzaklaşmıştır. Şöyle ki:

Ayette geçen “ إنتباذ intibaz” sözcüğü “eldeki şeyi öne veya arkaya fırlatıp atmak, tek başına ayrılma, uzaklaşma, ilişik kesme” anlamındadır.[7]Nitekim bir kimsenin insanlardan uzak bir köşeye oturması da “intebeze” sözcüğüyle ifade edilir. Dolayısıyle Meryem’in kendi evinin doğu taraftaki odasına veya mabedin doğu köşesine çekildiği yolundaki yorumlar sözcüğün anlamına ve ayetin ruhuna aykırıdır. Sözcüğün ifade ettiği anlama göre Meryem yakın çevresinden kopmuş, onlardan ayrılıp uzaklara gitmiştir. Kısacası Meryem evden kaçan kızdır.
Durumun böyle olduğu, 17. ayetteki “ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti” ifadesinden de anlaşılmaktadır. Çünkü bu ifade, onun kendisiyle ailesi arasına bildiğimiz bez perde çektiği anlamına değil, ailesinden mesafelenip uzaklaştığı, ailesiyle irtibatı kestiği anlamına gelir. Bunun bir örneği de Sad suresinin 32. ayetindeki “Ben, hayır [servet, çıkar] sevgisini, Rabbimin zikrinden dolayı sevdim. -Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.-” ifadesinde görülmektedir.

Meryem'in erselik yapıda olması, ehlini terk edip uzak bir yerde tek başına yaşamaya gitmesinin sebebini de izah etmektedir. Yani Meryem, her problemli insanın yapabileceği gibi, bünyesindeki bu farklılığın meydana getirdiği psikolojik sıkıntı ile evini terk etmiştir.
-  Ayrıca Meryem'in Bana bir beşer dokunmamıştır şeklindeki ifadesi de, onun erselik yapıda olmasına uygun bir ifadedir. Çünkü Meryem " Bana bir erkek dokunmamıştır" dememiş, hem erkek hem kadın için söz konusu edilebilecek bir ifade kullanmıştır.
Meryem’in doğumu ile ailesinden ayrılışı arasındaki yaşamına dair Kur’an’da herhangi bir bilgi verilmemiştir. Konumuz olan ayetlerde verilen bilgiler, Meryem’in yetişkinlik çağına ait bilgilerdir.
Meryem’e Ruhun Üflenmesi
Ve o, ırzını titizlikle koruyan kadın. Ona ruhumuzdan üfledik de onu ve oğlunu âlemler için bir mucize yaptık. (Enbiyâ: 91)
Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan İmran kızı Meryem'i de örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdikledi ve içten bağlananlardan oldu. (Tahrîm; 12)
Ey ehlikitap! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah'ın elçisi ve kelimesidir. Ki Meryem'e ilka ettiği [ulaştırdığı] kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Artık Allah'a ve elçilerine inanın. " Üçtür" demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah Vahid'dir, tek ve biricik ilâhtır. Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır O. Yalnız O'nundur göklerdekiler ve yerdekiler. Vekil olarak Allah yeter. (Nisâ; 171)

Yukarıdaki ilk iki ayette geçen ruh üfürme tabiri, Nisâ Suresi’nin 171. ayetinde القا  - ilka = bırakma, ulaştırma tabiri ile açıklanmaktadır. Ruh üfürme tabirinin " az bir bilgi ile bilgilendirmek" anlamına gelmektedir. Meryem'e üflendiği bildirilen ruh; onun hamile kalması için rahmine [dölyatağına]yapılan fizikî bir üfürük değil,  Zekeriya  peygamber aracılığı ile gönderilen ilahi mesajlardır. Bu mesajlarıniçeriği ise Meryem ve Âl-i Imran ve Meryem surelerinde şöyle yer almaktadır:
Meryem/16- 21:
16Kitap'ta Meryem'i de an! Hani o, ailesinden/yakınlarından ayrılarak doğu tarafında bir yere kaçıp gitmişti.
17Sonra ailesiyle/yakınlarıyla kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu/ilâhî mesajımızı gönderdik, sonra ruhumuzu/mesajlarımızı getiren elçi, Meryem'e mükemmel bir beşerî örnek verdi.
18Meryem: “Ben senden Rahman’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] sığınırım. Eğer sen Allah'ın koruması altına girmiş birisi/takî isen...” dedi.
19Elçi/Zekeriya: “Ben sadece, sana tertemiz bir delikanlı bağışlamam/bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim” dedi.
20Meryem: “Benim nasıl delikanlım olabilir? Bana hiçbir beşer dokunmamıştır. Ben bir yasa tanımaz/iffetsiz biri de değilim” dedi.
21Elçi: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki: Babasız çocuk vermek, Bana pek kolaydır. Hem Biz onu nezdimizden insanlara bir alâmet/gösterge ve rahmet yapacağız.” Ve o gerçekleştirilmiş bir iş oldu.
Âl-i Imran/42-51
42,43Ve hani haberci ayetler. “Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz biri yaptı ve seni âlemlerin kadınlarına seçti. Ey Meryem! Rabbine saygılı ol, O'na boyun eğip teslimiyet göster ve Allah'ı birleyen erkeklerle beraber sen de Allah'ı birle!” demişlerdi.
45-46Hani bir zaman haberci ayetler: “Ey Meryem! Allah seni, Kendisinden bir kelimeyle müjdeliyor. Onun adı, Meryem oğlu İsa Mesih'tir. Dünya ve ahrette saygındır. Ve o yaklaştırılanlardan ve salihlerdendir. Yüksek mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşacaktır da. 48Ve Allah, ona kitabı, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri ve Tevrat ile İncil’i öğretecek.
49-51Ve onu İsrail oğullarına; ‘Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir alâmet /gösterge getirdim/ gösterge ile geldim; şüphesiz ben, sizin için, çamurdan; kilden; seramikten kuş şekli gibi bir şey; “buhurdan (tütsülük”) tasarlarım. Sonra onun içine üflerim de Allah'ın izniyle hastalık yapan şeyler kuş oluverir/uçar gider. Ben, körü ve abraşı iyileştirir, sosyal ölüleri Allah'ın izniyle diriltirim. Yiyeceklerinizi ve evlerinizde zahire yapacaklarınızı; biriktirip sonra yiyeceklerinizi size haber veririm. —Eğer inananlarsanız bunda sizin için kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır.- Tevrat’tan sadece İncil’de yer alanları doğrulayıcıyım. Size yasaklanmış olanların bir kısmını serbest edeceğim. Rabbinizden bir alâmet/gösterge de getirdim size. Artık Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Şüphesiz Allah, benim Rabbimdir ve sizin Rabbinizdir. Onun için O'na kulluk edin! İşte bu, doğru yoldur’ diye bir elçi yapacak” demişlerdi.
Hıristiyanlar, Meryem’in İsa’ya on üç yaşında gebe kaldığını, İsa göğe kaldırılıncaya [!] kadar otuz iki yıl ve birkaç gün dünyada kaldığını, Meryem’in İsa’nın (as) göğe kaldırılmasından sonra altı yıl daha yaşadığını iddia ederler. Buna göre Meryem elli küsur yaşında vefat etmiş demektir.[8]
Meryem’in İsa’yı doğurması
Bu konuyu tekrar Kur’an’ın  Meryem suresinden izliyoruz:
16Kitap'ta Meryem'i de an! Hani o, ailesinden/yakınlarından ayrılarak doğu tarafında bir yere kaçıp gitmişti.
17Sonra ailesiyle/yakınlarıyla kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu/ilâhî mesajımızı gönderdik, sonra ruhumuzu/mesajlarımızı getiren elçi, Meryem'e mükemmel bir beşerî örnek verdi.
18Meryem: “Ben senden Rahman’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] sığınırım. Eğer sen Allah'ın koruması altına girmiş birisi/takî isen...” dedi.
19Elçi/Zekeriya “Ben sadece, sana tertemiz bir delikanlı bağışlamam/bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim” dedi.
20Meryem: “Benim nasıl delikanlım olabilir? Bana hiçbir beşer dokunmamıştır. Ben bir yasa tanımaz/iffetsiz biri de değilim” dedi.
21Elçi: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki: Babasız çocuk vermek, Bana pek kolaydır. Hem Biz onu nezdimizden insanlara bir alâmet/gösterge ve rahmet yapacağız.” Ve o gerçekleştirilmiş bir iş oldu.
22Sonunda Meryem/delikanlıya gebe kaldı. Sonra da onunla uzak bir yere kaçtı gitti.
23Sonra doğum sancısı onu bir hurma dalına tutunup dayanmaya zorladı. “Keşke bundan önce ölseydim ve büsbütün unutulan biri olsaydım!” dedi.
24-26Sonra ona; Meryem´e aşağısındaki kişi; Zekeriya seslendi: " Sakın üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı akıttı. Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye-iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, `Ben Rahman’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] bir oruç adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım´ de."
27-28Sonra Meryem, çocuğunu yüklenerek toplumuna getirdi. Toplumu dediler ki: " Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi, annen de yasa tanımaz/iffetsiz bir kadın değildi."
29Bunun üzerine Meryem ona; doğum anında aşağısında bulunan kişiye; Zekeriya´ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. Zekeriya, Meryem´in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun mabette yetiştirilmesini istedi. Onlar, " Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?" dediler.
34İşte bu, hak söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları, " 30Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber yaptı. 31Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana salâtı [mali yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı] ve zekâtı/vergiyi yükümlülük olarak ulaştırdı. 32Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse yaptı. Ve beni bir zorba, mutsuz biri yapmadı. 33Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden diriltileceğim gün, selâm benim üzerimedir. 36Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O'na kulluk edin, işte bu, dosdoğru yoldur34diyen Meryem oğlu İsa'dır.[9]



Meryem suresinde meryemi konu eden bu pasajdaki bazı noktalar üzerinde tahlil yapıyoruz:

MERYEM’E GÖNDERİLEN RUH
Meryem suresinin 17. ayetinde “Biz ona ruhumuzu/ilâhî mesajımızı gönderdik, sonra ruhumuzu/mesajlarımızı getiren elçi, Meryem'e mükemmel bir beşerî örnek verdi.” buyrulmaktadır.
Tebyînü’l Kur’an çalışmamızın muhtelif yerlerinde belirttiğimiz gibi, “ruh” sözcüğü Kur’an’da hep “vahiy, ilâhî bilgi” anlamında kullanılmıştır. “Ruh üfleme” tabiri de “az bir bilgi ile bilgilendirmek” demektir. Buna göre, Allah’ın Meryem’e ruhunu göndermesi, elçisi Zekeriya vasıtasıyla Meryem’e bir takım bilgiler yollaması anlamına gelmektedir.
Bu ayette “ruhumuzu gönderdik” sözleri ile ifade edilen Meryem’e bilgi verme işlemi, aynı olayı anlatan başka ayetlerde “ruhumuzu üfledik” sözleri ile ifade edilmiştir. Özetlemek gerekirse; daha önce kendisine verilmiş olan ilâhî bilgiyi Meryem’e iletmekle görevlendirilen Zekeriya peygamber, bu bilgi sayesinde bir erkeğe gerek olmadan çocuk doğurabileceğini Meryem’e anlatarak görevini yapmış, bu bilginin doğruluğuna kanıt olarak da bebek Yahya’yı göstermiştir. Âl-i Imran suresinin 42,43. ayetlerinde sözü edilen melekler de Zekeriya peygamber ile Meryem’e gönderilen ayetlerdir.
Dolayısıyla 17. ayetteki “ona ruhumuzu gönderdik” ifadesi de “Meryem’e bir takım ilâhî bilgilerin gönderildiği” anlamına gelmektedir. Ancak bu bilgiler doğrudan Meryem’e vahyedilmemiş, bir elçi vasıtasıyla gönderilmiştir. Bu elçi, o dönemde yaşamış olan Zekeriya peygamberden başkası değildir.
Elçinin Meryem’e “örnek gösterdiği mükemmel beşer” ise o gün henüz bir bebek olan Yahya peygamberdir. Çünkü Yahya peygamber de kısır anası tarafından daha önce Zekeriyya peygambere verilmiş bu bilgi sayesinde sağlığına kavuşturulmak suretiyle dünyaya getirilmiştir.
تمثّل TEMESSÜL
Meryem suresinin on yedinci ayetinin orijinalinde “fetemessele leha beşeren seviyyen” ifadesi yer alır. Bu ifadeyi  gelenekçiler, genellikle, “Ona mükemmel bir beşer olarak kendini gösterdi; Cebrail mükemmel bir insan şeklinde Meryem’e gözüktü” diye çeviregeldiler. Biz bu ifadenin gerçek anlamını gerçek şekliyle takdim ediyoruz:
“ تمثّل Temessül” sözcüğünün esas anlamı “örnek vermek” demektir. Bununla beraber sözcük, ikinci, üçüncü anlam olarak “insan şekline girmek” manasında da kullanılmıştır.[10]Kur’an ile ilgili çalışma yapanlar, genellikle sözcüğün esas anlamı yerine uzak anlamını tercih etmişlerdir. Böyle olunca da Meryem’e haberci olarak Cebrail’in geldiği, korkmasın diye de Cebrail’in ona bir delikanlı kılığında göründüğü yorumları ortaya çıkmıştır.
Biz, “temessül” sözcüğünün esas anlamı ile çevrilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Sözcüğün burada asıl anlamıyla değerlendirilmesi, yukarıdaki alıntıda geçen İncil’in şu ifadesi ile de uyum göstermektedir:
Bak, senin akrabalarından Elizabet de yaşlılığında bir oğula gebe kaldı. Kısır bilinen bu kadın şimdi altıncı ayındadır. (Luka; 1/36)
….
19Elçi/Zekeriya: “Ben sadece, sana tertemiz bir delikanlı bağışlamam/ bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim” dedi.
Allah tarafından gönderilen bilgiyi ve mesajları Meryem’e getiren elçi, bu ilâhî bilgi sayesinde Meryem’in zekiy [tertemiz] bir delikanlı anası olacağını söylemek suretiyle, getirdiği bilginin amacını da bildirmektedir.
22Sonunda Meryem/delikanlıya gebe kaldı. Sonra da onunla uzak bir yere kaçtı gitti.
Bu ayet, Meryem’in ikna olarak elçinin getirdiği bilgi ile hamile kaldığını ve sonra da bulunduğu yerden daha uzak bir yere gittiğini bildirmektedir. Bazı tarihî kaynaklara göre bu yer Beyt el-Lahm [Betlaham] adlı şehirdir.
Meryem’in ikinci kez yer değiştirmesinin sebebini “durumunu saklamak için” diye açıklamak mümkündür. Bu konu Kur’an’da açıkça bildirilmemekle beraber, ayetteki “intibaz” sözcüğü ve 23. ayette nakledilen Meryem’in  “Keşke bundan önce ölseydim ve büsbütün unutulan biri olsaydım! diye serzenişi bunu açıklamaya delâlet eder mahiyettedir.
Meryem’in hamile kaldığında 13 yaşında olduğu, hamileliğinin kimine göre 9 ay, kimine göre 8 ay, kimine göre 7 ay, kimine göre 6 ay, hatta bazılarına göre 3 saat, bazılarına göre de 1 saat sürdüğü yolunda birçok rivayet varsa da, bunların hepsi dayanaksız ve ciddiyetten uzak nakillerdir.
23Sonra doğum sancısı onu bir hurma dalına tutunup dayanmaya zorladı. “Keşke bundan önce ölseydim ve büsbütün unutulan biri olsaydım!” dedi.
Bu ayette Meryem’in gebelik döneminin sonuna geldiği ve doğurmasının yaklaştığı anlatılmaktadır. Bir hurma ağacının altında doğum sancısı çeken Meryem hem bitkindir hem de kendini çaresiz ve kimsesiz hissetmektedir. “Keşke bundan önce ölseydim ve büsbütün unutulan biri olsaydım!” şeklindeki sözleri, içinde bulunduğu tedirginliğin şiddetini göstermektedir. Bu sözler, doğum sancısı çeken bir kadının söyleyeceği sözler değil, izah edemeyeceği bir şekilde sahip olduğu çocuğunu halkından nasıl gizleyeceğini düşünen bir kadının üzüntüsünü ve pişmanlığını yansıtan sözlerdir. Çünkü hiçbir anne adayı, doğum esnasında çektiği sancı sebebiyle üzülmez ve pişmanlık duymaz.
Meryem suresinin 24- 26. Ayetlerinden oluşan pasaj içinde “Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün”   ifadesinden de İsa peygamberin doğduğu mevsimin hurmaların olgunlaştığı mevsim olduğu anlaşılmaktadır. Ayetin orijinalindeki “Rutab” ifadesi, hurmanın, temmuz ile ağustos ortası sürecindeki aşamasıdır. Bu durumda İsa peygamber, aralık veya ocakta değil yaz ortasında doğmuştur.
29Bunun üzerine Meryem ona; doğum anında aşağısında bulunan kişiye; Zekeriya´ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. Zekeriya, Meryem´in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun mabette yetiştirilmesini istedi. Onlar, " Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?" dediler.
34İşte bu, hak söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları, " 30Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber yaptı. 31Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana salâtı [mali yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı] ve zekâtı/vergiyi yükümlülük olarak ulaştırdı. 32Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse yaptı. Ve beni bir zorba, mutsuz biri yapmadı. 33Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden diriltileceğim gün, selâm benim üzerimedir. 36Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O'na kulluk edin, işte bu, dosdoğru yoldur" 34diyen Meryem oğlu İsa’dır.
Meryem, Elçinin öğüdüne uyarak oruç tutmuş ve kavminin üzücü ithamlarına rağmen onlara cevap vermemiştir. Konuşmamasından başka bir de size o cevap verecek şeklinde olayları baştan sona bilen, doğum anında da yakınında bulunan, kefili Zekeriya peygamberi işaret etmiştir. Zekeriya tüm gelişmeleri topluma anlatmış ve ikna etmiş olmalı ki, tutucu Yahudi toplumu Meryem’i recmetmemiştir; taşlayarak öldürmemiştir. Aksi halde bu kaçınılmazdı.
Bu olaydan sonra Meryem ile ilgili herhangi bir bilgi ve onun neler yaptığı, nerelerde yaşadığı konularında ayrıntı bulunmamaktadır.  Yalnız, yukarıda da takdim ettiğimiz Mü’minun/50. ayetteki “ikisini, yerleşmeye uygun, suyu olan bir tepeye yerleştirdik” ifadesi, Meryem’in  oğluyla birlikte Filistin’den ayrılıp başka bir yere; yerleşmeye uygun, suyu olan bir tepeye gittiklerini bildirmektedir. Yine Kur’an ayetlerinden, İsa henüz doğmadan, cilt ve göz hastalıkları hekimi, gıda koruma uzmanı olacağı annesi Meyemem’e bildirildiğine göreMeryem’in bu konularda eğitim verilen bir yere gitmesi gerekmektedir. Öyleyse İsa peygamberin cilt hastalıkları, göz hastalıkları ve gıda kurutma, depolama konusunda uzman birisi olarak yetiştiğini öğrendiğimize gore, Meryem ve İsa’nın gittikleri yer KUMRAN’dır. İsa, orada İSKENDERİYE mektebinde yetişmiştir. Ve hekim ve bir gıda uzmanı olunca da Allah kendisini, yoksulluk çeken, cilt ve göz hastalıklarıyla mücadele eden İsrail oğullarına elçi olarak göndermiştir.[11]

Meryem’in cinsiyetindeki farklı yapısı dikkate alındığı vakit, evlenme ve İsa’dan başka çocuğunun olması ihtimali sözkonusu olmayabilirir.  Faaliyetlerine gelince inancımız odur ki, yaşadıysa oğlu peygamber oluncaya kadar Rabbimizin Zekeriya peygamber aracılığı ile kendisine verdiği görev; Ali Imran/42, 43’te “Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz biri yaptı ve seni âlemlerin kadınlarına seçti. Ey Meryem! Rabbine saygılı ol, O'na boyun eğip teslimiyet göster ve Allah'ı birleyen erkeklerle beraber sen de Allah'ı birle!”şeklinde verilen vazifeyi hakkiyle gerçekleştirmiş olmalıdır.
Meryem, henüz doğurmadan, oğlunun cinsiyetini, misyonunu Allah tarafından kendisine Zekeriya peygamber aracılığı ile gönderilen mesajlarla öğrenmiş bahtiyar bir kadındır:
45-46Hani bir zaman haberci ayetler: “Ey Meryem! Allah seni, Kendisinden bir kelimeyle müjdeliyor. Onun adı, Meryem oğlu İsa Mesih'tir. Dünya ve ahrette saygındır. Ve o yaklaştırılanlardan ve salihlerdendir. Yüksek mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşacaktır da. 48Ve Allah, ona kitabı, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri ve Tevrat ile İncil’i öğretecek.
49-51Ve o'nu İsrail oğullarına; ‘Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir alâmet /gösterge getirdim/ gösterge ile geldim; şüphesiz ben, sizin için, çamurdan; kilden; seramikten kuş şekli gibi bir şey; “buhurdan (tütsülük”) tasarlarım. Sonra onun içine üflerim de Allah'ın izniyle hastalık yapan şeyler kuş oluverir/uçar gider. Ben, körü ve abraşı iyileştirir, sosyal ölüleri Allah'ın izniyle diriltirim. Yiyeceklerinizi ve evlerinizde zahire yapacaklarınızı; biriktirip sonra yiyeceklerinizi size haber veririm. -Eğer inananlarsanız bunda sizin için kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır.- Tevrat’tan sadece İncil’de yer alanları doğrulayıcıyım. Size yasaklanmış olanların bir kısmını serbest edeceğim. Rabbinizden bir alâmet/gösterge de getirdim size. Artık Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Şüphesiz Allah, benim Rabbimdir ve sizin Rabbinizdir. Onun için O'na kulluk edin! İşte bu, doğru yoldur’ diye bir elçi yapacak” demişlerdi.
Allah, ondan razı olsun ve ona rahmet etsin.

[1] Meryem/34
[2] (Lisanü’l-Arab c:4, s.325. rym mad.)
[3] (Çıkış:15/20 ve Sayılar: 26/59)