ALLAH etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALLAH etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2013 Pazartesi

"Allah Dilediğini Zengin, Dilediğini de Fakir Kılar" Öyle mi?



***

Yukarıdaki retorik gelenekselleşmiş dini yorumların da, o gelenek üzerinden dini yargılayan diğer düşüncelerin de ortak hafızası gibidir. Genel kanı Allah zengini malvarlığı ile imtihan eder. Onu kötü, haram yollarda harcamamasını öğütler ve elinden geldiğince de fakirlere sadaka, zekat vermesini emreder. Fakirleri ise yoklukla imtihan eder, olmasa da şükretmeli, hiçbir taşkınlık ve huzuru bozacak bir girişime baş vurmadan Allah ’ın lütfunu beklemelidir.
Bu yargıyı güçlendirdiği düşünülen  en önemli ayetlerden biri aşağıdadır :
De ki: "Şüphesiz benim Rabbim rızkı dilediğine genişletir-yayar ve kısar da. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar." (sebe 36)
Ayetin önüne, arkasına, hangi konu üzerine temellendirildiğine bakılmaksızın, Allah’ın toplumsal düzeni kurup, insanların da kaderine teslim olarak öylece yaşaması gerektiğini betimleyen statik bir din algısı üretiliyor sürekli.

KURAN ANLATIMINDA SOSYOLOJİK İHTİYAÇ…
Kuran çalışmalarında de en çok uygulanan  metotlardan biri kavramsal çalışmalardır. Genelde ayetteki kelime anlamları üzerinde durulur. Arapçanın zenginliğinden de istifade edilerek farklı çağrışımlarla yeni anlayışlar temerküz edilmeye çalışılır. Çok önemsediğim bu çalışma metodunun zaman zaman sosyolojik bakış açılarına da ihtiyaç duyduğunu düşünmekteyim ki bu konuda Kuran sosyolojik bakış açısı ile metin çalışmaları ve yorumlama iştiyakına çok büyük imkanlar sunmaktadır.
Anlam-bilimci mantık vahyin dilinden dem vurur. Vahiy kendine has bir dil icra etmiştir de herkes onu anlamak için bütün geleneksel kalıplarını yırtmalı ve inorganik bir şekilde vahye tabi olmalıdır.

Oysa vahiy tam aksine indiği dönemin dili ve kalıpları ile konuşur. Kuranı kerim 6. 7. yüzyıl arası arap yarımadasında inmiş, o dönemin dilini kabul ederek dönüşümsel bir mantık inşa etmenin yoluna gitmiştir. Müfessirler ya da teologlar tarafından Kur'an'daki kavramların sözlük anlamları ile ilgili ne zaman bir açıklama yapılsa Arapların yöresel kullanım biçimlerine değinilir. Örneğin Rab kavramını Araplar kendi aralarında at terbiyecisi anlamında kullanırlar Allah’ ta Kuran’da bu kavramı efendi, gerçek terbiyeci anlamında kullanmıştır. Yani Allah müşriklerin dilini kullanarak vahyi ya da tevhid dilini inşa etmiştir. Kur'an-ı Kerim diğer peygamberlerin mücadelelerini anlatırken de peygamberlerin o dönemlerine munhasır örneklemeler ve kavramlara başvurulur.


İşte bu dil kurana sosyolojik açıdan bakmayı zorunlu kılmaktadır.

İslamı, vahyin açtığı yoldan saptırıcı betimlemelerle yeniden üreten din algısı, kendi önermelerini mutlaklaştırıp vahyin önüne geçirmiştir.

Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar. Durum böyle iken Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar? (nahl 71)

Bu ayetteki ‘kiminize kiminizden daha bol rızık verdi’ retoriğinin anlamı Hz. Adem ve sonrasındaki Habil-Kabil kıssasında aranmalıdır. İnsanın kendi bencil çıkarlarından ötürü oluşan farklı rızık koşullarına Allah imkan tanımış ama bunu gene kendisine inananlar tarafından düzeltilmesini salık vermiştir. Yani tevhid ehline biz eşitliği murat ediyorken; bunu bozanlar bu eşitliği istemeyenlerdir. Onlar Allah tarafından paylaşılsın diye verilen rızkı kendi çıkarlarına, iktidarlarına alet etmişlerdir. Kimsenin kendilerine güç yetiremeyeceğini tasavvur ederek de vahye ve mensuplarına kibirleri ile karşılık vermektedirler.

Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın 'refah içinde şımaran önde gelenleri': "Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz" demişlerdir. Ve: “Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir azaba uğratılacak da değiliz” de demişlerdir. (sebe 34-35)

Bu rızkın gerçek sahibi olan Alllah’ı olabildiğince kızdıran bir yönelimdir ki cenabı allah bunun üzerine işte o en baştaki ayeti kendini müstağni görenlere cevap olarak vermektedir. :

De ki: "Şüphesiz benim Rabbim rızkı dilediğine genişletir-yayar ve kısar da. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar." sebe 36

Yani ben sana bu nimeti paylaşasın, insanlar arasında sevgi, merhamet ve eşitliği, esenliği sağlansın diye verdim. Ama sen bu nimete sahiplenirsen ben de sana nimetin gerçek sahibini hatırlatırım demektir.
Bu noktada açıklayıcı olması babından bir teşbih yapalım ve Bir baba düşünelim.  İki çocuk sahibi olan bu baba bir adet çikolata alıyor ve iki oğlundan büyüğüne bunu veriyor. Çikolatayı kardeşinle yarı yarıya paylaş diye de tembihliyor. Ama büyük kardeş babasını dinlemeyerek kendi bencil çıkarları uğruna bu çikolatayı tek başına yiyor. Ve burada baba büyük oğluna kızarak, neden kardeşine de vermedin, isteseydim o çikolatayı alır direk kardeşine verirdim sen bir parça bile yiyemezdin demektedir.  Burada baba her iki oğluna da çikolatayı eşit şekilde bölüp paylayabilirdi. Ama muradı ,kardeşler arasında dayanışma, sevgi ve kardeşlik hukuku gelişsin diye birinden birini tercih ederek bu paylaşımı onların sağlamasını istedi.  Büyük kardeş bunu sağlamayınca da ona çikolatanın nasıl kendisine ulaştığını hatırlatarak, tepkisini ortaya koydu.

Bütün bu rızka uzaklık dereceleri ve hatta farklı ırklarda ve dillerde yaratılma hali, eşitlenerek bir olan Allah’a ulaşmanın yoludur.

Bizim Katımız'da sizi (bize) yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. İşte onlar; onlar için yaptıklarına karşılık olmak üzere kat kat mükafaat vardır ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler.Ayetlerimizi etkisiz bırakmak için çaba harcayanlar; işte onlar da azabın içine getirilmişlerdir. (sebe 37-38)

Allah rızkı insanlar arasında, yine insanlar eliyle dolaştırarak, insanların yaratılışın ve ilk menbaın kaynağını akılda tutarak, tekelleşme yoluna gidilmemesini emretmektedir. Eğer bir şeyin gerçeği varsa hak onundur. Yapay iktidarlar ya kendini tasfiye etmeli ya da gerçeği ile ters yüz edilmelidir :

De ki: "Şüphesiz benim Rabbim, kullarından rızkı dilediğine genişletip-yayar ve ona kısar da. Her neyi infak ederseniz, O (Allah), yerine bir başkasını verir; O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe 39)

Tarihi baz alıp dini yorumlamak, araya sızan yanlış girdileri de kabul etmeyi zorunlu kılar. Oysa olması gereken vahyi değişen sosyal ilişkiler ağında sürekli dinamik tutarak, evrensel anlatım bantını kıyamete kadar yaşatmaktır. Yani kapitalist iktidar ve üretim ilişkilerinde peygamberi duruşun nasıl olması gerektiğini Müslümanların sosyolojik açılımlarla günümüze taşıması gerekmektedir.  Feodal toplum içinde üretilen ve tarihi izler taşıyan hadis, vahiy tercüme kaynakları, sosyal ağ ile ilişkiye girmeyen donuk, tatsız ve havada kalan bir din üretmektedir.

6 Ekim 2013 Pazar

Kuranda Konuşturma Sanatı



ALLAH BİR YAPININ ÖZELLİĞİNİ ANLATIRKEN O YAPIYI KONUŞTURDUĞUNU TESPİT ETTİK.
Kuran’da Yaratıcımızın, melek, cehennem, şeytan, yer ve göğü konuşturduğunu, onlara sorular sorduğunu görmekteyiz. Bundan dolayı bazı insanlar “Allah zaten herşeyi bilmiyor mu, neden soruyor?” şeklinde itirazlar dile getiriyor.
Yaratıcı elbette herşeyi biliyor. Hatta gelecekte olacakları bile…
Soru sormasının nedeni öğrenmek değil, intihanda ki insana hakettiklerini vermek ve yaşatmaktır.
Bir soru illa ki öğrenmek için sorulmaz.
1- O kişiye hakettiği bir deneyimi yaşatmak için de sorulur.
2- İfadeyi güçlendirmek, düşündürmek, mesaj vermek vb. amaçlar için de sorular sorulur.
Bu bir yana, Allah zaten bu iki günlük özet imtihan hayatında bizlere hakettiklerimizi yaşattırıp, bizi kendimizle yüzleştiriyor. Ahiret hayatının kendisi böyle “sonucu Allah tarafından bilinen sorular” üzerine kurulu. Dünya yaşantısı bu doğrultuda zaten. Çünkü zaten yüce Rabbimiz, biz bu dünyada sonsuza dek yaşasaydık ne yapacağımızı gayet iyi biliyor ve bunu özetleyen iki günlük örnek bir imtihan hayatı yaşatıyor.
BAKARA 260 Hani İbrahim de şöyle yakarmıştı: “Rabbim, göster bana, nasıl diriltiyorsun ölüleri?” “İnanmadın mı?” diye sordu. “İnandım, dedi, ancak kalbimin tatmin olması için …” Allah dedi ki: “Kuşlardan dört tane al, onları kendine ısındırıp alıştır. Sonra her dağın üstüne onlardan bir parça koy. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. Bil ki Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.
Tüm bunlar insanları gerçeklerle ve kendileriyle yüzleştirme planına hizmet eden deneyimler. Ve sorular da bunun bir parçası. Bu sayede ahirette itiraz hakkın da kalmıyor.
A’RAF 12 Allah buyurdu: “Sana emrettiğimde secde etmeni engelleyen neydi?” İblis dedi: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.”
Burada yine Rabbimiz yer, gök ve cehennem gibi varlığın yapısını açıklatmak için o yapıyı konuşturuyor ve bize hakettiğimiz deneyimi yaşatıyor.
İblis’in kötülerden olduğunu kendi dilinden konuşturuyor ve bunun açığa çıkması gerekiyordu. İnsanın kotrolünde olmadığı ve vahy ile kotrol altına alınacağını Kuran diğer ayetler ile anlatmaktdır.
A’RAF 16. Dedi: “Beni azdırmana yemin ederim ki, onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerine kurulacağım.”
İblis “beni azdırmana karşılık” derken rabbimizin bunu programladığından bahsediyor.
Kısacası Rabbimiz burada aslında yine sorusunu birşey öğrenmek için değil, tam tersine birşey öğretmek ve deneyimletmek için soruyor. Yani hakettiğine kavuşturuyor…
SEBE 40. Hepsini topladığı gün meleklere, ‘Şunlar mı size tapıyordu?’ der. 41. Dediler ki, ‘Sen yücesin, velimiz (dostumuz) onlar değil, Sensin. Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı. Çokları onlara inanıyordu.’
İşte yine burada da aslında Allah bilmediği birşeyi sormuyor, zaten en iyi O biliyor. Yine Kullarına hakettikleri deneyimi yaşatıyor.
MAİDE 116 Allah şunu da söyledi: “Ey Meryem oğlu İsa! Allah’ın yanında beni ve annemi de iki tanrı olarak kabul edin diye insanlara sen mi söyledin?” İsa dedi: “Hâşâ! Tespih ederim seni. Hakkım olmayan bir şeyi söylemek benim haddime değildir. Eğer onu söylemişsem sen onu elbette bilirsin. Sen benim içimde olanı bilirsin ama ben senin zatında olanı bilmem. Çünkü sen, evet sen, gaybları çok iyi bilensin!”
Yine aynı şekilde Rabbimiz İsa’ya merak amaçlı sormuyor, cevabı bildiği gibi, İsa’nın ne cevap vereceğini de kelimesi kelimesine zaten biliyor.
Ayrıca Yaratacımızın ifadeyi güçlendirmek, kullarını düşündürmek amaçlı sorduğu sorulara örnekler:
ENBİYÂ 30 İnkar edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?
FATIR 27 ALLAH`ın gökten bir su indirdiğini görmedin mi? Onunla çeşitli renklerde ürünler çıkarırız. Hatta dağlarda bile beyaz, kırmızı veya rengarenk katmanlar vardır. Bazı yollar ise siyahtır. 28. Aynı şekilde, insanlar, hayvanlar, çiftlik hayvanları da çeşitli renklerdedir. Bundan dolayıdır ki kulları arasında ALLAH`ı gereği gibi sayanlar bilim adamlarıdır. ALLAH Üstündür, Bağışlayandır
TUR 35. yoksa onlar hiçbir şeysiz mi yaratıldılar? yoksa bizzat kendileri mi yaratıcıdır? 36. yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Hayır, onlar gerekli bilgiye ulaşamıyorlar! 37. yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mı? yoksa güç ve egemenlik sahibi onlar mı?
***
Dediğimiz gibi, yüce Rabbimizin bu dünyada bizleri imtihan etmesi de aslında O’nun açısından sonucu bilinen bir “kulları kendileriyle yüzleştirmedir”. Bu sayede hem kulların ahirette itiraz hakkı kalmıyor, hem de bazı küçük ceza ve mükafatları daha bu dünyada tatmış oluyorlar.
Konuşma Sanatının örnekleri bizlere, o yapının özelliğiklerini bize nakledilmesinde önemlidir.
Bazı Örnekler;
KAF  30 O gün cehenneme "Doldun mu?" deriz. O da "Daha var mı?" der.
-Cehennemi konuşması; Cenennemin bir çok insanın ora girmesi ile de dolamayacak kadar geniş bir yer olduğu anlatılmaktadır.
BAKARA 34 Hani biz meleklere : Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kafirlerden oldu.
-Meleklerin konuşması; Bu evrenin bizim emrimize verildiği(secde), Ayrıca kendi içimizdeki meleklerimizin kan dökmeye meyilli yaratıldığını açıklamaktadır.
KEHF 50 Hani biz meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik; İblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne fena bir değişmedir!
ARAF 15 (İblis):“İnsanların tekrar diriltilecekleri güne kadar, bana mühlet ver, öyleyse" dedi.16 -Dedi ki: «Sen mühlet verilmişlerdensin». 17-"Öyleyse, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım."



-İblisin konuşması; kendi içimizdeki meleklereden olan İblisin, kontrolümüz dışında olduğu, hırs şehvet vb. ateş benzeri bir yapıda olduğu ki yapısı fazla bilkinmiyor yani cinlerden , vahy ile dizginlenebildiği ve bizlerin haşrine kadar süre verildiği, İnsanlık ile beraber karin/yaşıt olacağı anlatılmaktadır. Şeytan olarakda isimlendirilen bu olgu vahy dışı düşünce olup, bu Allah DIŞLANAN olarak isimlendirmiştir. Bu vahy dışılık dinin tam ortasında durmaktadır.
FUSSİLET 11 Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de "İsteyerek geldik" dediler.
-Yer ve Göğün konuşması, gördüğümüz ve göremediğimiz kadar geniş olan evrenin Rabbimize boyun eğdiği dile getirilmektedir.

28 Temmuz 2013 Pazar

HİLE-İ ŞERİYYE



İnsan yaşamını düzenleyen kurallar ilahi veya beşeri kökenlidir. Toplumu oluşturan her birey inancı doğrultusunda bu kurallar çerçevesinde hareket eder. Kurallara uymadığı durumda yapılan hata, yanlış veya suçun cezası, bu kuralları düzenleyen sistemin ceza kısmı tarafından verilmektedir. Beşeri kökenli sistemlerde ceza olayı tamamen bu dünyaya yönelik olup yasal mercilerin suçu kanıtlaması durumunda yargı sistemi gerekli cezayı çeşitli kriterleri göz önüne alarak vermektedir. Beşeri sistemlerde yakalanmadığınız sürece yaptığınız suçun karşılığını görmek olası değildir. Yapanın yaptığı yanına kar kalır. İlahi kökenli olan dinsel sistemlerde ise olay çok daha farklı boyutta gerçekleşmektedir. İlahi sistemlerde, yapılan yanlışların toplumdaki diğer bireyler veya toplumsal sistem tarafından fark edilip edilmemesine bakılmaksızın tanrı tarafından cezalandırılacağı ve zerre miktarı da olsa karşılığının verileceği bilinmektedir.

Merkezinde Allah'ın ve Ahiret Gününün bulunduğu ilahi sistemlerde bireyin irade ve vicdanı, en önemli karar alıcı, hesap verici ve uygulamaya geçirici olarak rol alır. Zira bir eylemi gerçekleştirmeden önce vicdan ve irade ikilisi çerçevesinde olay değerlendirilmektedir. Vicdan ve irade doğrudan Allah'ın muhatabı olarak bu süreç gerçekleştirilmektedir. Bu aşamada toplumda egemen olan yasaların varlığı ve olayın dünyevi yönü kesinlikle belirleyici değildir. Önemli olan Allah'ın emirleri doğrultusunda ve Kıyamet Gününde hesap verilerek aklanabilecek şekilde uygulama yapmak ve sonuca ulaşmaktır. Allah'a verilen sözlerin tutulması ve emirlerin yerine getirilmesi, bireyin kendi iç dünyasındaki muhasebenin sonucudur. Bu sonuca hiçbir dünyevi kurum etkide bulunamaz, cezalandırma yapamaz. Tıpkı Allah'a yapılan bireysel ibadetlerin karşılığını Allah'tan başkasının takdir edip karşılığını veremeyeceği gibi. Dinlerin özgün tarafı da, bireyin yaptığı davranış ve uygulamalarda doğrudan Allah ile muhatap olmasıdır. Kişinin karakterinin sağlam, nefsanî isteklerinin gemlenmiş olması, bireysel çıkarlarının hiçbir zaman ön planda olmaması, toplumsal faydanın Allah'ın emrettiği doğrultuda sağlanması bu yapının gerçekleşmesinde etkendirler. Hiçbir belge, kolluk kuvveti ve kurumsal yapı insan üzerinde bu düzeyde etkili olamamaktadır.

Bireyin doğrudan bu sorumluluk düzeyine sahip bir şekilde hareket etmesi oldukça zordur. Ancak olanaksız da değildir. Beşer aşamasından insan olma aşamasına geçmiş ve bu konuda mesafe almış bireyler için bu olay çok sıradandır. Bu süreci tamamlayamamış, dünyevi makam ve mevki edinme, mal kazanma, otorite kullanarak bireysel tatmin sağlama, kendisine yapıldığına inandığı zulmün karşılığında uygulamaya gitme gibi hastalıklara yakalanmış kişiler bu davranışı gerçekleştiremezler. Aksine mevcut konumlarını korumak ve hırslarını tatmin etmek için dünyevi işlerini kanunlara uydurdukları gibi dinsel işlerini de aynı mantıkla dünyaya uydurma cihetine gitmektedirler. Bu bağlamda tarihte başvurulan ve hile-i şeriyye olarak nitelenen uygulama sıklıkla kullanılmaktadır. 

Hile-i şeriyye kavramı, Allah tarafından emredilen fakat sonuç olarak işimize gelmeyen herhangi bir uygulamada dünyevi kaygıları giderici ve çıkar sağlayıcı, ancak Allah karşısında sorumluluğu gideremeyen, şeklen kanunlara uyan sahte uygulamadır. Olayın en kötü tarafı ise bu tip uygulama yapanların Allah'a inanması ve Allah'ın emirlerini dinlediğini öne süren bireylerin Allah'ı da aldattığını sanmasıdır. Oysa Allah, tüm kalpleri ve kimin ne yapmak istediğini en ince ayrıntısına kadar bilmektedir. Kişinin çevresindekileri kandırmış veya ikna etmiş olmasının Allah nezdinde zerre kadar değeri olmadığı gibi, kötülüğün de zerre miktarının hesabının verileceği gerçeğinden kişiyi kurtaramamaktadır.

İçinde yaşadığımız toplumumuzda özellikle boşanma konusunda hile-i şeriyye yöntemi sıklıkla kullanılmakta, yapılan kelime oyunları ile olay sulandırılmaktadır. Sonucun kişinin ve toplumun hoşuna gitmesi olayın yanlışlığını ortadan kaldırmaz. Allah'a karşı sorumlu, ciddi, adil ve dürüst olmak gerekirken, insanlar Allah'ı aldatmanın yollarına başvurmaktadırlar. Evlilik ve boşanma konusunda herkesin duyarlı olması ve nefsine kapılıp hata yapmaması için konulan katı kural altüst edilmekte, bu kurumlara karşı olan duyarlılık yok edilmektedir.

Aynı durum vicdanen rahatsız olunan tüm konularda alınması gereken doğru tavrın, dünyevi çıkar ve kaygılarla yerine getirilmemesi durumunda da ortaya çıkmaktadır. Bir uygulamada adaleti gerçekleştirmek için gerekeni yapamayanların, şeklen çıkış yolu arayarak sorumluluğu başka bireylerin üzerine atmasında da bu yaklaşım görülmektedir. Oysa yapılan iş veya eylem yanlış ise, Allah da bu konuda koyduğu emirler doğrultusunda adaletten ayrılmamayı emrediyorsa, yapılacak ilk iş Allah'ı hoşnut etmektir. Kulların gönlünü alacağım, makam başta olmak üzere dünyevi kazanımlarımı koruyacağım düşüncesi ile adaletten ayrılmak, yanlış bir uygulamaya göz yummak, dünyevi cezalandırma mekanizması karşısında diğer bireylere sorumluluk yüklemeye çalışmak, ahlaki olmadığı gibi Allah katında da sorumluluğu giderici bir davranış değildir. Sonuçta suç veya hata net bir şekilde gerçekleşmektedir. Uhrevi ve dünyevi cezalandırma mekanizmalarından kaçılması da söz konusu değildir. Ancak beşeri adaletten, olayın göz ardı edilmesi veya sırtın dayandırıldığı egemen güçler sayesinde kurtulmak olasıdır. İlahi adaletten ise kurtulmak hiç bir koşulda mümkün değildir. Kâğıt üzerinde yazılı veya kapalı kapılar ardında sözlü olarak yapılan hile-i şeriyye olarak nitelendirilecek yanlış uygulamaların hesabı Kıyamet Gününde kesinlikle verilecektir.

Gerçek inanan ve nefsini ıslah etmiş olan kişi, Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği ilahi emirler doğrultusunda başkalarının kınamasına ve yermesine bakmaksızın doğru olanı yapar. Adaletten ayrılmadığı gibi ayrılanları da adalet çizgisine çekmeye çalışır. Hele hilelere başvurup sorumlusu olduğu kişilerin adaletten ayrılmasına zemin hazırlayarak kendi sorumluluğunun gittiğini zannetmez. Aksine sorumluluk duyulan muhatap kitlenin sayısı arttıkça sorumluluğun yükü de o denli artmaktadır. Bu nedenle ağır sorumluluk gereken noktalarda görev alacak kişilerin kendi yapılarını dikkate alarak talip olmaları ya da kendilerine layık oldukları noktada durarak haddi aşmamaları gerekmektedir.

Dinini ve dinsel kimliğini kullanarak, çevreyi Allah'la aldatarak elde edilen makamlarda biraz daha fazla kalabilmek için duranlar ile yönetim mekanizmasında bulunmanın dünyevi fayda sağlamasına aldanarak yönettiği kişilere ve hizmet verdiği kitleye karşı sorumluluktan kaçan, yasaları aldattığı gibi Allah'ı da aldattığını sananlar şunu unutmamalıdırlar. Sadece kendilerini ve çevrelerindekileri kandırabilirler, Allah'ı asla! Belki bu dünyanın adaletinden kaçabilirler, ancak Kıyamet Günü yapılacak olan yargılamadan ve Allah'ın adaletinden asla! Bu nedenle hileli yollarla Allah'ı ve kullarını aldatmaya çalışmaktansa, nefsin dünyevi isteklerine uymayarak sorumluluk duymak, vicdan ve irade sahibi olmak gerekir. Engizisyon tarafından ölüme mahkûm edilen bir orta çağ aydını Bruno "Tanrı, iradesini egemen kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır. Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini egemen kılmak için Tanrı'yı kullanırlar" diyerek olayı net bir şekilde açıklamıştır.


İrade sahibi olan ve yaşamı süresince bir imtihan dünyasında olduğu sürekli hatırlatılan kişinin önünde iki seçenek bulunmaktadır. Ya her şeyden önce Allah'a karşı sorumluluk duyan peygamber gibi hakkın ve adaletin temsilcisi olmak, ya da yaptığı yanlışlarla kulların arasını açan ve sonuçta bu suçunu Allah'ın üstüne atan şeytan gibi olmak. Sınav seçeneklerinden doğru şıkkı seçenlere ne mutlu! 

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Allah Yolunda Harcamak: İnfak



Yardımlaşma ve dayanışma, ilk andan günümüze kadar insanoğlunun hayatında önemli bir yer tutmuştur. Mali yükümlülük; Salatın ikamesi, oruç tutmak, ölçü ve tartıyı doğru tutmak gibi insanoğlunun muhatap olduğu sorumluluklardandır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in ilk işlediği konulardan biri de her dönemde toplumların genel sorunu olan kazanç ve bunun adil bir şekilde paylaşımı olmuştur. Bu durum, "Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi itip kakar; yoksulu doyurmaya teşvik etmez..." (107/1-3) ayetlerinde olduğu gibi Mekke döneminin ilk yıllarında inen ayetlerde de açıkça görülebilir. Ayetlerde yetimin itilip kakılması, yoksulu doyurmaya önayak olmama ve hayra mani olma tavrı eleştirilmiş, toplumun sosyal yapısına kayıtsız kalınmamıştır.

Mal kazanma hırsı Yüce Rabbimizin insanın fıtratına verdiği yaratılıştan gelen bir duygudur. Bu durumu Rabbimiz Kur'an'da şöyle bildirmiştir: 

"Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya bayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır." (3/14) 

Mal kazanma arzusu fıtri bir duygudur; fakat bütün yaşamın kazanmak üzerine bina edilemeyeceği de açıktır. Müslüman olarak bizlerin sadece dünyalıklar için yaşayamayacağımız, bunların dünya hayatının geçici nimetleri olduğu ve bunlara teslim olmamamız gerektiği birçok ayette hatırlatılmaktadır:

"Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır." (18/46)

"Her insan ölümü tadacaktır. Kıyamet günü, ecirleriniz size mutlaka ödenecektir. Ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulan kimse artık kurtulmuştur. Dünya hayatı zaten sadece aldatıcı bir geçinmedenibarettir, Andolsun ki mallarınız ve canlarınızla sınanacaksınız." (3/185-186; ayrıca bkz: 42/36-38)

Servet ve oğullar dünya hayatının süsüdür; Allah katında değerli olansa onun rızasını kazanmak için hayırlı ameller yapmaktır. Dünya hayatının sadece geçinmeden, oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu bildiren Rabbimiz; malın, mülkün ve evlatların bizler için bir imtihan aracı olduğunu belirtiyor. Bunlar aynı zamanda ahiret yurdunu kazanmanın da birer vesilesidir:

"Mallarınız ve evlatlarınız bir fitne(sınav)dır; (Allah, onlarla sizi imtihan etmektedir.) Allah ise işte büyük mükâfat O'nun yanındadır. Öyle ise gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun, (O'nun öğütlerini) dinleyin, (O'na) itaat edin ve kendi iyiliğinize olarak (mallarınızı Allah uğrunda) harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, başarıya erenlerdir. Eğer Allah'a güzel borç verirseniz. Allah onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar. Allah karşılık verendir, halimdir (hoşgörülüdür)." (64/15-17; 8/28}

Rızkı Veren Allah'tır

Kazanma hırsıyla dünyaya dalan insanoğlu, kazandıklarının kendi özgücünden kaynaklandığı vehmine kapılabilir. Oysa rızkı veren ve onu genişletip daraltan Rabbimizdir. Kendiliğinden hiçbir şey ortaya koyamayan insanoğlu, ancak Rabbimizin verdiği imkânları kullanarak rızka ulaşır. Bu imkânlar kendiliğinden çekilip alındığı zaman çaresiz bir şekilde ortada kalakalır. Rabbimiz, ölçüsü, sünneti çerçevesinde rızkı kendisi tayin ediyor ve bazı kullarına bol rızık veriyor bazılarına da az. Fakat kendilerine bol rızık verilenlere bunun Allah'ın bir nimeti olduğu hatırlatılarak rızıkta eşit olmaları için kazandıklarından kazanamayanlara vermeleri istenmektedir:

"De ki: Doğrusu Rabbim, kullarından dilediğinin rızkını hem genişletir ve hem de ona daraltıp bir ölçüye göre verir; sarf ettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O, daha iyisini koyar, çünkü O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (34/39)

"Allah, rızıkta kiminizi kiminizden üstün kıldı. (Rızıkça) üstün kılınanlar, ellerinin altında bulunanlara kendi rızıklarını verip de hepsi azıkta eşit olmuyorlar. Allah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar?" (16/71)

Rızkı bol verilenler aslında başkalarının kendisine emanet edilen rızıklarını yönetiyorlar. Kendilerine fazladan verilen kazancın gerçek sahibi onlar değillerdir. O mallar hak sahiplerine iletilmek için onlara bir emanet olarak verilmiştir. Acaba emanet yerine teslim edilecek mi; yoksa üzerine mi oturulacak? Gerçekten de zor bir sınav. Rabbimiz rızkı bol verilen insanlarda, rızkı az verilen insanların haklarının bulunduğunu Kur'an'da açıkça şu şekilde beyan ediyor:

"Onların mallarında yoksul ve ihtiyaç sahipleri için de bir hak vardır." (51/19; bkz: 70/22-27)

Rabbimiz zenginlerin, mallarından vermelerini onların bir iyiliği, lütfü olarak değil zorunlu görevleri olarak şart koşuyor. Böylelikle hem rızkı çok verilenler sınanıyor hem de 

"Allah'ın fethedilen memleketler halkının mallarından Peygamberi'ne verdikleri; Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Ta ki (o mal) içinizde sadece zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın..." (59/7)

ayetinde dikkat çekilen zenginliğin, sadece belirli bir sınıfın arasında dolaşan bir meta hâline gelmesi tehlikesi engellenmiş oluyor. Dolayısıyla insanlar arasında sosyal uçurumlar ve sınıfsal farklılıkların oluşması engelleniyor.

İnsan, mal biriktirdikçe güce ulaştığını ve daha güvende olduğunu hisseder. Oysa Rabbimizin imtihan aracı olarak tavsif ettiği mallar, aynı zamanda tehlikeyi de barındırmaktadır. Mal biriktirip ihtiyaç sahipleri için harcamaktan kaçınmak, tehlikeye atılmak demektir. Tehlikeden uzaklaşmak ve gerçek anlamda iyiliğe ('birr'e) ulaşmak ancak mallardan ihtiyaç sahiplerine 'hak'lannı vermekle mümkündür:

"Mallarınızı Allah yolunda harcayın, kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın, işlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever." (2/195)

"Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne sarf ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir."'(3/92)

Şeytan, hali vakti yerinde olanları bir daha dönüşü mümkün olmayan geçici dünya hayatını zevk ve sefa içinde değerlendirmeye teşvik eder. Sahip oldukları imkânların yok olacağı zehabıyla insanları daha fazla kazanmaya, daha fazla biriktirmeyeçağırır. Kazanılan maldan ihtiyaç sahiplerine vermenin fakirliğe yol açacağını telkin ederek cimriliği özendirir. Böylece insanları kulluktan uzaklaştırmaya çalışır. Rabbimiz, şeytanın vesveselerine karşı da bizleri dikkatli olmaya çağırmaktadır:

"Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfîret ve bir lütuf vaat eder. Allah her şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir." (2/268)

Ebedî olan ahiret yurdunu kazanmanın yolu dünya hayatından geçer. Zaten fani, oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya hayatını anlamlı kılan da budur. Fakat aceleci yaratılan insanoğlu çoğu zaman uzaktaki kalıcı, büyük mükafata az ama peşin olanı tercih eder. Bu yüzden dünya hayatını tercih eder. Rabbimiz, insana dünya ve ahiret yurdu arasında seçim yapması için özgür bir irade verdiğini ve fakat ahiret yurdunu tercih etmenin kendileri için daha iyi olacağını bildiriyor:

"Ahiret kazancı isteyenin kazananı artırırız; dünya kazancını isteyene de ondan veririz; ama ahirette bir payı bulunmaz." (42/20)

'"Rabbimiz! Bize dünyada ver!'diyen insanlar vardır. Öylesine ahirette bir pay yoktur. 'Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, ahirette de iyiyi ver, bizi ateşin azabından koru!' diyenler vardır. İşte onlara, kazançlarından ötürü karşılık vardır. Allah hesabı çabuk görür." (2/200-202; bkz: 11/15-16; 6/32)

Yüce Rabbimiz, insanların tercihleri karşısında tarafsız değildir. Nebileriyle vahiy göndermesi, insanları sürekli hakka, hakikate, ahiret yurdunu kazanmaya çağırması, Allah'ın ahireti tercih husu sunda insanın tarafında olduğunu gösterir. Nitekim kullarına ahiret yurdunu tercih etmelerinin daha doğru olacağını ısrarla vurgulamaktadır:

"Ey İnananlar! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak, kazançlı bir yolu size göstereyim mi? Allah'a ve Peygamberi'ne inanırsınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz; bilseniz, bu sizin İçin en iyi yoldur." (61/10-11)

Yine ahireti kazanmanın dünyadan geçtiğini belirten Rabbimiz, ahirete gitmeden dünyada önceden hayırlarımızı göndermemizi emretmektedir:
"Salatı ikame edin, zekâtı verin, kendiniz için önden gönderdiğiniz her hayrı Allah katında bulacaksınız. Allah yaptıklarınızı şüphesiz görür" (2/110)

Rabbimiz, sorumluluklarımızı ertelemememizi, elimizi çabuk tutmamızı öğütlüyor:

"Birinize ölüm gelip de: 'Rabbiml Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de sadaka versem, iyilerden olsam!' diyeceği zaman gelmezden önce, size verdiğimiz azıklardan sarf edin." (63/10; 2/254)

Ticaret ve iş yoğunluğundan kendine dahi zaman ayıramadığından dem vuran modern insan ertelemecidir. Dünyaya dönük bütün işler önceliklidir; ancak ahirete yapılması gereken yatırımlar sürekli ertelenir. Oysa müminler, kalıcı ebedî hayatı geçici dünya hayatına tercih ederler:
"Müminleri ne ticaret ne de alışveriş Allah'ı anmaktan, salatı ikameden, zekât vermekten alıkor. Onlar, gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar." (24/37)

Allah yolunda harcamak sadece inananlar için bir kurtuluş vesilesidir ve karşılığını göreceklerdir. İnanmayanlar ve fasıklar iyilik ve hayır işlerinde bulunsalar bile inkârlarından dolayı bu hayırları kabul edilmeyecektir:

"Ey Muhammedi De ki: İstekli yahut isteksiz olarak verin, nasıl olsa kabul edilmeyecektir. Siz şüphesiz fasık bir topluluksunuz. Verdiklerinin kabul olunmasına engel olan, Allah'ı ve Peygamberi'ni inkâr etmeleri, namaza tembel tembel gelmeleri, istemeye istemeye vermeleridir." (9/53-54)

"Doğrusu inkâr edenler mallarını Allah'ın yolundan insanları alıkoymak için sarf ederler ve daha da sarfedeceklerdir; ama sonra içleri yanacak, hem de mağlûp olacaklardır. Bu, Allah'ın, temizi murdardan ayırması ve murdarları üst üste koyup hepsini yığarak cehenneme yerleştirmesi içindir; inkâr edenler cehenneme toplanacaklardır. İşte onlar mahvolanlardır." (8/36-7)

Bir Kurtuluş Aracı Olarak Zekât ve İnfak

Rabbimiz Müslümanlar arasındaki gelir dengesini sağlamayı, yine Müslümanlar üzerinden onları imtihan ederek yapmayı murat etmiş ve Müslümanlara Allah yolunda harcamayı ahireti kazanmanın bir vesilesi yapmıştır. Kur'an'da Allah yolunda O'nun rızasını kazanmak için ihtiyaç sahiplerine yapılan ayni ve nakdi yardımlar infak olarak tanımlanmıştır.

"Onların mallarından sadaka  al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin..." {9/103)

"Salatı ikame edin, zekâtı verin, rüku edenlerle birlikte rüku edin." (2/43)

İnfak da birçok ayette zekât gibi emredilmektedir. 

"(Mallarınızdan) Allah yolunda infak edin!" (2/195)

"Ey inananlar, ne alışverişin ne dostluğun ne de şefaatin olduğu gün gelmezden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin." (2/254; bkz: 2/267; 36/43)

İnfak, Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde müminlerin ayırt edici özelliklerinden biri olarak da zikredilir:
"İşte onlara, sabırlarından dolayı, ecirleri iki defa verilir; onlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da sarf ederler." (28/54)

"Ayetlerimize ancak, kendilerine hatırlatıldığı zaman secdeye kapananlar, büyüklük taslamayarak Rablerini överek yüceltenler, vücutlarını yataklardan uzak tutup korkarak ve umarak Rablerine yalvaranlar ve verdiğimiz rızıklardan sarf edenler inanır" (32/15-16; 47/38; 9/99; 13/22)

Kur'an, infak etmeyi bir emir olarak bildirmenin yanında, infak edecek bir şey bulamayan bu ibadet görevini yerine getiremediği için üzüntü duyan müminleri teselli etmekte ve onların bu sorumluluktan sorumlu tutulmayacağını açıklamaktadır:

"Güçsüzlere, hastalara ve sarf edecek bir şeyi bulunmayanlara, Allah ve peygamberlerine bağlı kaldıkları müddetçe sorumluluk yoktur iyi davrananlara sorumluluk olmaz. Allah bağışlayandır, merhamet edendir"(9/91)

"Binek vermen için sana geldiklerinde, 'Size binek bulamıyorum.' dediğin zaman, sarf edecek bir şey bulamadıkları için üzüntüden gözyaşı dökerek geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur." (9/92)

Arınmak, Amel Etmekten Geçer

Kur'an'da infak, önemli bir yer tutmaktadır. İnfak ve zekâttan kimlere verileceği Kur'an-ı Kerim'de çok net bir şekilde açıklanmaktadır:

"Zekâtlar: Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalpleri İslam'a ısındırılacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda sarf edilir. Allah bilendir, hakimdir." (9/60)

"Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşamayanlara, hayalarından dolayı, kendilerini tanımayanların zengin saydıkları yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsın, insanlardan yüzsüzlük ederek bir şey istemezler. Sarf ettiğiniz iyi bir şeyi Allah şüphesiz bilir." (2/273; 2/177; 2/215)

İnfak, sadece ihtiyaç sahiplerine vermek gibi dar bir anlama sahip değildir.

 "Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin bitmediklerinizi yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir." (8/60)

ayetinde de belirtildiği üzere Allah'ın ve inananların düşmanlarına karşı mücadele etmek için hazırlık yapmak, bu uğurda Allah'ın rızasını kazanmak için mallardan harcamak emrediliyor. Allah yolunda canla, malla yapılan her eylem infaktır.

"Göklerin ve yerin mirasçısı Allah olduğu halde, Allah yolunda siz niçin sarf etmiyorsunuz? İçinizden Mekke'nin fethinden önce sarf eden ve savaşan kimseler, daha sonra sarf edip savaşan kimselerle bir değildirler, berikiler daha üstün derecededirler. Allah, hepsine cenneti vaat etmiştir. Allah, işlediklerinizden haberdardır." (57/10)

ayetinde, mücadelenin zor zamanlarında yapılan infak ile bol imkanlara sahip olunan zamanlarda yapılan infakların bir olmadığı, mücadelenin sıcak zamanlarında yapılan infakların daha üstün olduğu bildirilmektedir. Mekke döneminde müminlerin infakları bizzat Son nebi tarafından yönlendiriliyordu. Sahip olunan imkânlar, mümin kölelerin özgüleştirilmesinde, fakir müminlerin sıkıntılarının giderilmesinde, İslami mücadelenin güçlendirilmesinde kullanılıyordu. Son nebi, infak emrini organize bir şekilde yerine getirilmesi için Medine'de devlet kurumlarının teşekkülünü beklememiş, aksine vahyin en zorlu zamanlarında bile infakı kurumsallaştırmıştır.

Kur'an, infak görevi yerine getirilirken uyulması gereken kurulları da koymuştur. İnfak görevini yerine getirmek kadar bu kurallara da uymak gerekmektedir:

"Sadakaları açıkça verirseniz o ne güzel! Eğer onları yoksullara gizlice verirseniz sizin için daha İyidir. Allah onları kötülüklerinizden bir kısmına karşı tutar. Allah işlediklerinizden haberdardır." (2/271; bkz: 14/31; 35/29)

"Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma." (74/6)

"Mallarını Allah yolunda sarf edip, sonra sarf ettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eza etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eza gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah müstağnidir, halimdir. Ey İnananlar! Allah' a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkâr eden kimseleri doğru yola eriştirmez." (2/262-264)

Ayetlerde gizli veya açık bir şekilde insanlara hayırlı harcamada bulunmak görev olarak bildirilirken yapılan iyiliklerin başa kakılması da yasaklanıyor.
İnfakta sınırın veya ölçünün ne olması gerektiği de önemli bir sorundur ki aşağıdaki ayetler bu konuya dikkat çekmektedir:

"Neyi infak edeceklerini sana sorarlar. De ki: 'Artanı'. Böylece Allah, dünya ve ahiret hususunda düşünesiniz diye size ayetleri açıklar."(2/219)

"Onlar, gaybe inanırlar, salatı ikame ederler, kendilerine verdiğimiz azıktan yerli yerince sarf ederler." (2/3)

"Onlar bollukta ve yoklukta sarf ederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever." (3/134)

"Onlar, infak ettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar." (25/67)

"Doğrusu dünya hayatı oyun ve oyalanmadır. Eğer inanır ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız, O, size ecirlerinizi verir. O, sizin mallarınızı tamamen sarf etmenizi istemez." (47/36)

Rabbimiz, cimrilik etmeden, israf etmeden, yerli yerince yaşamamıza yetecek olan dışında fazlasını Allah'ın rızasını kazanmak için sarf etmeyi emrediyor. Ayetlerin emir buyurduğu sorumluluklar ile yaşadığımız pratikler arasında ne kadar uyum ve çelişkinin olduğunun muhasebesini yapmak için, bereketlendirilmiş Ramazan ayı bir vesiledir. Kur'an'la, Allah'la irtibatımızı güçlendirmemiz gereken bu mübarek ayda, mali ibadetlerimizi Allah'ın rızasına ermemizi sağlayacak şekilde yeniden düşünmeli, daha hayırlı şekilde değerlendirmenin imkanlarını oluşturmalıyız.

Allah, kendi yolunda yapılan harcamaları her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumuna benzetmektedir. Allah yolunda harcama; hem dünyada hem de ahirette karşılıksız kalmayacaktır:

"Gece gündüz, açık gizli mallarını sarf edenlerin mükafatlarını Rableri verecektir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (2/27A)

"Allah, yaptıklarının karşılığını en güzel şekilde kendilerine vermek üzere, az veya çok sarf ettikleri her şey, yürüdükleri her yol, onlar için yazılır." (9/121)

"Ey insanlar! Allah'a ve Rasulü'ne inanın; sizi varis kıldığı şeylerden sarf edin; aranızdan, inanıp da sarf eden kimselere büyük ecir vardır." (57/7)

"Onlar verdikleri sözleri yerine getirirler, fenalığı yaygın olan bir günden korkarlar. Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksulla, öksüze ve esire yedirirler. 'Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz çok asık suratların bulunacağı bir günde Rabbimizden korkarız.' derler."(76/7-10)

"Mallarını Allah yolunda sarf edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah'ın lütfü geniştir. O her şeyi bilendir." (2/261)

Yüce Rabbimiz, her salih amelde olduğu gibi infak konusunda da üstlenmemiz gereken sorumluluklara sahip çıkmayı, bireysel sorumluluklarımız kadar yapısal sorumluluklarımızı da gereği gibi idrak edip, gereklerini yerine getirmeyi gönüllerimize ilham eylesin.