Atalar geldi ve bir gölge gibi geçip gittiler,
Ölüler bir şey söyleyemez,
Ölüler bir şey düşünemez…
Ve ölüler asla bir şey isteyemez.
İşler karıştığında…
Ve isyan kontrol edilemez hale geldiğinde
Düzenin efendileri…
Ve geçmişin yaşlı köleleri,
Atalarımız ne isterdi diyecekler!
Acaba bizden beklentileri nelerdi?
Nasıl hareket etmemizi isterlerdi?
Nasıl yaşamamız…
Ve nasıl ölmemiz gerektiği konusundaki düşünceleri nelerdi?
Kimin umurunda ki!
Ölüler bir şey isteyemez ki;
Bunu herkes biliyor!
Hakikat diye bir şey varsa o da geçmiştedir. Allah ve resulü ilk nesilleri kutsamış ve onların eliyle dinini tamama erdirmiştir. Din binasının bütün çivileri çakılmış ve sonraki nesillere yapacak hiçbir iş kalmamıştır. Mutluluk gelecekte değildir, mutluluk geçmişin altın çağındadır. İdeal bir devir olan asrı saadet devri bütün zamanlar içinde en müstesna zamandır. Bizler ona ne ulaşabilir ne de onu yaşayanların seviyesine çıkabiliriz. Gün geçtikçe işler daha kötüye gitmekte, zaman bozulmaktadır(!) İşte bu mantık Sünni gelenekçiliğin temel yaklaşımıdır.
Mezhepler tarihini yazanlar, yetmiş üç fırka, sünnet ve bidat kelimeleri etrafında dönüp dururlar. Bunlar kilit kavramlardır ve bütün kapıları açtıkları varsayılır. Oysa bu emperyal kelimelerle tarihe dair büyük bir determinizm yapılmakta ve zihinler sömürülmektedir. Bir şeyi anlamak için onun tarihi bağlamını bilmek gerekir, ama bu kelimeler tarihten ziyade hep öyle imiş gibi gösterme amacına hizmet eder.
Sünni mantıkta cedel ve düşünmekten ziyade cedelden kaçınmak, ilk nesillerin bıraktıkları esere tabi olmak, niçin ve neden sorularını sormamak ve bir bütün halinde eskilerin yolunu izlemek temel ilkedir. Eskilerin yolu hakikatin kendisidir. Esere tabi olmak ise yürünmüş olan yolda tekrar tekrar yürümek ve yeniden yürümektir. Öyle ki yol artık çiğnenmiş bir hale gelir ve iz yapar. Şu halde esere yani rivayete tabi olmak tamamen bir kültürel koda tabi olmak anlamına gelir ve her kültürel kod tamamen izafidir, zamandan ve zeminden bağımsız değildir. Ama bir kültürel koda tabi olduğunuz andan itibaren onu emperyal bir tarzda gelecek bütün zamanlar üzerine otorite seviyesine çıkarmış olursunuz. Böylece aslında evrensel olması gereken din ve inanç alanı tamamen izafi ve yerel bir karaktere indirgenerek sıradanlaşır ve zamanla şekil ve puttan öteye bir anlam ifade etmemeye başlar.
Sünni akıl temelde Şafii ile birlikte kendisine dair bir farkındalık geliştirdi. Şafii’den önce akılcıların egemenliği vardı ve Sünni gelenekçiler kendilerini nasıl savunacaklarını bilmiyorlardı. Şafii, onları akılcılar aleyhine reddiyede bulunabilecek seviyeye çıkardı. Bu işi ilmi metotlarla yapmayı onlara Şafii öğretti. Sünni gelenek o andan itibaren rivayete o kadar bağlandı ki, sünnet dediği hadis derlemelerini Kuran’a eşdeğer hale getirdi, hatta bazen onun bile üzerine çıkardı. Eskilerin ne düşündüğü, ne yaptığı ve ne söylediği en temel refleks haline geldi. Bu haddizatında bir çöl dindarlığından başka bir şey değildi ve geleceğin inşası yerine geçmişin sürekli tekrarlanmasını kaygı ediniyordu. O yüzden de bu anlayışın geleceğe verebileceği hiçbir şey yoktu. Bu kum uygarlığı akıl rüzgârı karşısında halden hale geçecek kadar zayıftır. Zamanın kumları tükendi ve ufkumuzun rengi değişime durdu. Geçmişi arzulayan bir kalp erişilmezdir. Gelecek endişesine mahkûm bir kalp erişilmezdir. Sadece burada ve şimdiki insanlar için yaşayan bir kalp gerçekten atmaktadır. Sadece şu anda yaşayan bir insan gerçekten nefes almaktadır. Diğerleri ya geçmişin ya da geleceğin zindanında esaret altındadır.
Sünni aklın en uç noktası selefilik ya da selefe tabi olmak şeklindeki anlayıştır. Bu anlayışa göre selefin şahsında din tamamlanmış ve sonraki nesillere ona uymaktan başka bir şey kalmamıştır. Adeta tarihin sonudur bu, hakikat adına ne varsa geçmişte olup bitmiş, geleceğe hiçbir şey kalmamıştır. Tek yapmamız gereken öncekilerin yoluna uymaktır. Buna uymayan, düşünen, fikir yürüten ve sorgulayıp soru soranlar ise yoldan çıkmış bidat ehlidir. Zira dün bugünden, bugün de yarından daha hayırlıdır. Zaman hep kötüye gitmektedir. Hiçbir zaman önceki nesillerin seviyesine ulaşamayız. Baştan sona pesimizm ve umutsuzluk edebiyatı yapılmakta ve böylece öncekiler asla ulaşılamayacak bir mertebeye çıkarılarak kutsallaştırılmaktadır. Şu halde geçmişin bu şekilde mitolojik bir ululanması, şimdinin ve geleceğin selef tarafından ipotek altına alınmasına sebep olmakta ve bu da yaşayan nesilleri hep geçmişe ve geriye mahkûm etmektedir. Sünni aklın neden bilim üretemediğinin cevabı tam da buradadır. Zira Sünni akıl vücudu burada ama zihni ve kalbi yüzlerce yıl öncesinde kalmış bir adamın hali gibidir. Ümmetin şu anki resmidir bu. O yüzden hep yaşamı ıskalamaktadır. Zira benimsenmiş bir hayat felsefesi yani gelenek ile bizzat hayatın kendisi arasındaki uçurum zamanın kumları akıp gittikçe iyice artmakta ve büyük bir uçurum oluşmaktadır. Bu uçurum öyle bir derinleşmektedir ki, bir süre sonra onu düşünsel anlamda kapatmak bile imkânsız hale gelmektedir.
Zira selefe bağlılık bilinci zamanla bir cemaat bilincine dönüşmekte ve bu cemaat bilinci seçilmiş bir farkındalık çerçevesinde sistematik bir körlüğe sebep olmaktadır. Zira cemaat bilinci her zaman kapalı havza bir model öngörmekte ve açık topluma karşıt bir şekilde kendisini konumlandırmaktadır. Hakikat tek olduğuna ve ona da sadece kendisinin sahip olduğuna inanmaktır. Cemaat bilinci bir tür kapalılık, bir hakikat tekelciliği, bir çeşit atalar kültü ve biraz da maziye özlemdir. Romantizm ve çürüme el eledir.
Sünni düşünüşün geçmişi otorite olarak algılaması, onun geçmişe dair sistematik ve emperyal bir temizliğe girişmesine sebep olmuştur. Öyle ki, geçmiş tamamen idealize edilmiş ve her türlü lekeden temizlenmiştir. Peygamberin ismet sıfatı, sahabenin adaleti gibi onları hatadan ve günahtan masum kılan öğretiler bu amaç çerçevesinde devşirilmiştir. Hz peygamberin şefaati ve bu şefaatin de büyük günahlar için olduğu tezi de tamamen selefin otoritesini temize çıkarmak içindir. Bu proje çerçevesinde ilk dört halife döneminde olan biten kanlı olaylar hasıraltı edilmiştir.
Şafii’nin kanunlaştırdığı kıyas bu projeye ilmi anlamda meşruluk kazandırmış ve yürünmüş yolda yürüyebilmenin bütün kapıları ardına kadar açılmıştır. Sonsuz bir geviş getirme projesi yürürlüğe konulmuştur. İcma da aynı şekilde geçmişe ve geçmiştekilere bağımlı kalmanın, onların yaptıklarından gelişi güzel seçilen uygulamaların otorite olarak kabul edilmesinin yolunu açmıştır. Bu siyasi bir argüman ve öteleyici bir yaklaşım olarak da tekfir kurumu ve bidat düşüncesiyle beraber atalar kültünü sağlamlaştıran bir unsur olmuştur.
Selefin otoritesi habere dayandığı için, haberlerin toplanıp derlenmesi ve kitap haline getirilmesi gerekiyordu. Hadis toplama işi Memun’dan kısa bir süre sonra yapıldı. Ancak bu hadis tedvini işi çok müphem bir ortamda yapıldı. Bu çerçevede mesela Abbasi halifesi Mansur, Malik’e eskilerin rivayetlerini derlemesini emretmiş ve bu noktada da orta yolu tutmasını istemişti. Onun amacı orta yol dediği gücü elinde tutanların yoluna destek olacak her tür rivayeti derlemek ve sonra da insanları buna uymaya mecbur kılarak tek tipleştirmekti. Buhari de kitabını reycilere karşı hocalarının yönlendirmesiyle derlemişti. Yani her derlemenin düşmanlık, cemaat ruhu, fırka savaşları ve siyaset gibi tetikleyicileri vardı. Ahmed b. Hanbel ve genel olarak hadisçilerin Emevi sempatizanlığı ve Muaviye Kültüne olan sıkı bağlılıkları sırf bir duygusallık değildir. Bu tarihi kökenleri olan fiili bir durumdur. Hadisler bir elin parmaklarını geçmeyen sınırlı sayıda sahabeye dayandırıldı. Abdullah bin Mesud, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik ve Ebu Hureyre bu sahabelerin en başta gelenleridir. Bunlar nispeten genç sahabilerdir ve hadislerin hemen hemen tamamına yakını bu kişilerden nakledilmiştir. Diğer sahabeler sanki uzun bir sessizliğe teslim olmuş gibidir. Binlerce sahabeden sadece on kadar sahabeye dayandırılan hadis külliyatları haliyle büyük bir tarafgirliğin ve göz ardı etmenin vuku bulduğunu göstermektedir. İşin ilginç yanı hadis konusundaki ilk otoritelerden biri olan Zühri’nin bu kişilerle olan fikri bağlantısı ve bunların tıpkı Zühri gibi Emevi iktidarına olan yandaşlıklarıdır. Emevilere destek olan ya da en azından muhalif olmayanlar hadislerin kendilerinden nakledildiği kişiler olarak karşımızda durmaktadır. Bu sahabelerin Emevilerden atiyye almaları da işin bir başka yönüdür. Ebu Hureyre vali olarak, İbn Ömer galibin arkasında namaz kılan ve Yezid’in atanmasına destek veren biri olarak zalim sultana itaati ve sabrı tavsiye ettiği için bu süreçte ön plana çıkan kişiler olmuşlardır. İbn Ömer Abdullah b. Zübeyr’e karşı Emevilerin temsilcisi olarak onu isyandan vazgeçirmeye çalışmış ve itaate çağırmıştı. Baldırı çıplak ve karın tokluğuna çalışan Ebu Hureyre gün gelmiş köşkler sahibi ve ipek elbiseler giyen biri olmuştur. Bu da onun hadislerinin iktidarın dili olmasını sağlamıştır. Hadis külliyatları tamamen Sünni gelenekçiliğin Mütevekkil zamanında elde ettiği güç ve destek sayesinde tedvin edilmiştir. Şu halde tedvin edilen hadisler Emevi ve Abbasi saltanatının paralelinde olmuş ve siyasi atmosferin ufkunu aşmayan, muhalefet etmeyen, otoriteye ve yöneticiye itaati emreden, pasif ve kaderci bir Müslüman tipini meşrulaştırmış ve diğer anlayışları saf dışı bırakmıştır.
Hadisçiler kendi saflarını sağlamlaştırmak için H. II. Asırda Abbasilerin telkinleriyle hadisleri tedvin etmeye başladılar. Ama bu toplama işi tamamen reycilere ve akılcılara karşı bir refleksle yapıldığı için tek taraflı ve seçmeci bir tedvin oldu. Düşmanlıkların ve cemaat bilincinin gölgesinde yapılan hadis tedvini Hz Peygamberi tamamen bir hadis ehli ya da Sünni gibi konumlandırdı ve ondan sadece bu düşünceye hizmet eden sözleri naklettirdi. Böylece tek boyutlu bir hadis söylemi ortaya çıktı. Seçkicilik bir boyutu ön plana çıkarırken diğer boyut ayın karanlık yüzü gibi sonsuza kadar gölgede kaldı.
Geçmişe ve geçmişten nakledilen geleneğe bağlılık şu anki halimizi belirleyen en temel veridir. Geleneğin emperyal kelimeleri daima emniyet sübabı gibi bir görev görür ve onu her zaman ve zeminde geçerli kılmaya çalışır. Bütün işlevi de budur zaten. Bu kelimeler hakikati vermekten ziyade, hakikati örten kelimelerdir. Gelenek bu kelimeler vasıtasıyla hakikati maskeler ve realiteyi ezber lehine es geçer. Şu halde gelenek bir toplumun sahip olduğu psikolojik birikimdir, anılardır, yaşanmışlıklardır. Bir bütün olarak geçmiştir ve geçmişe mahkûm olmaktır. Gelenek kazadır, gelenek kaderdir, önceden belirlenendir. Gelenek bidatlere karşı durmaktır, yani yeniliklere set çekmek ve geçmişi veri almaktır. Gelenek görüş bildirmemektir, akıl yürütmemektir. Gelenek söylenmişlikleri tekrar etmek, ezberlemektir. Gelenek yenilmiş bir gerçek, mağlup edilmiş bir şimdidir. Oysa şimdi yaşayan bir gelenek inşa etmenin zamanıdır. Ölmüş bir geleneğin izleri üzerinde ağlamanın faydası yoktur. Geçmişin geçip gitmesine izin vermeli, onun yaşayan bir şimdi olmasında direnerek çatlamış zihinler ve paramparça olmuş kalpler yaratmakta daha fazla ısrar etmemeliyiz. Zira biz tarihin Abbasi çağında yaşamıyoruz, buradayız ve burada olduğumuzu kabul edip, zihnimizi geçmişten çekip almalıyız.
Gelenek bir kabilecilik, bir vatanseverlik, bir pragmatizm sorunudur. Gelenek bir fanatizmdir. Israrla atalara bağlanmaya ve değişime direnmeye çağrıdır. Oysaki zaman herşeyi aşındırır; oysaki halden hale geçer, her daim yenileniriz. Gelenek, sahip olduğumuz düşünce yapısının şimdiye değil geçmişe ait olmasıdır. Gelenek eskinin yeninin boynunu vurmasıdır.
Gelenek piramitsel bir hiyerarşiye ait olmaktır. Gelenek hiyerarşidir, eşitliğe ve özgürlüğe karşıt bir ruh halidir. İtaat ve öykünmedir. Gelenek sonsuz bir itaat destanıdır. Gelenek totalitarizm ve işgaldir. Yüreklerin fethi adına çıkılmış ama kalpleri ve zihinleri iğfal eden bir işgal şebekesidir. Gelenek sömürü ve taklittir, zira gelenek baştan sona bir öykünme eylemidir.
Gelenek düşünsel bir durağanlıktır; beyin çürümesi ve kalplerin çöle dönmesidir. Gelenek şekilciliktir, zahire ve görünene dair bir literatürdür. Allah’ı, melekleri ve bir bütün olarak bütün eskatolojiyi cisimleştiren ve kabuktan öze geçemeyen bir algıdır. Gelenek düzen ve istikrar adına sessizliğe bürünmektir. Gelenek bir devletin yan ürünü olmaktır. Gelenek Hegel’e bile şaşkınlık yaşatmaktır, devlete tapmakta, zalimi yüceltmektedir. Gelenek, atalar ruhuna adanmış büyük mabetler inşa etmektir.
Gelenek, tarihin bir ünlüler ve ulular geçididir. Tarihin bozulma hikâyesi ve övgüler gönderilen bir altın çağın solmasıdır. Bir düşün karanlığa dalmasıdır. Bir düşüncenin tekrar tekrar ısıtılıp servis edilmesidir. Gelenek bir devre hamallık yapmak, bir dizi din ulusuna köleliktir. Gelenek geçmişi sırtında taşımaktır, yorulmak ve yola devam edememektir. Gelenek yükü ağır olan bir yolcunun bir süre sonra yolda kalmasıdır. Gelenek zihnini ve kalbini geçmiş için kiraya vermektir. Oysaki mümin bir zihin akleden bir zihin olmalıydı, üretilmiş manaları ve inşa edilmiş doktrinleri nakletmekten ziyade onları her yaşadığı zamanda yeniden üretmeli ve inşa etmeliydi.
Her çağın bir ruhu ve anlayışı vardır. Her çağ kendi realitesine göre hareket eder ve geçmişten aldığını yeniden yoğurur ve biçimlendirir. Oysaki Sünni gelenek sonsuz bir geviş getirmedir. Değişimin ve akıl yürütmenin önüne aşılmaz engeller koymaktır. Her çağ kendi Allah ve din anlayışını şekillendirir. Bu çağın da kendi ruhunu keşfetmesi ve kendi ufkunun realitesi paralelinde bunu yeniden inşa etmesi gerekir. Zira aç olan biri için Allah ekmektir, esaret zincirine vurulmuş bir köle için Allah özgürlüktür. Zulüm altında inleyen bir mazluma göre Allah adalettir; sevgi ve şefkat görmemiş bir çocuk için Allah sevgidir. Duyguları ve düşünceleri bastırılmış bir genç için Allah tatmin duygusudur. Hurafelerin kıskacında akıl tutulmasına uğrayan bir toplumda Allah ilimdir, farkındalıktır. Allah sahip olduğumuz en değerli şeydir, O, vatandır, özgürlüktür, ilerlemedir, huzur ve refahtır. Allah, rızıktır, azıktır, iradedir. Allah sıkıntı anında sığınağımızdır, güvendir, güçtür, hazırlıktır. Allah koyu karanlık bir gecesinde şafağın atması gibi umut ve sevinçtir. Şu halde çağımızda Allah nedir ve ne demektir, bunu yeniden düşünmeli ve köhnemiş çağların Allah anlayışını tekrar etme hatasından vazgeçip, burada ve şimdi için Allah tasavvurunu mazlumlardan ve ezilmişlerden yana yeniden inşa etmeliyiz. Düşünceleri ölüler diyarından kurtarıp onlara yeniden can vermeli, nefes üflemeliyiz.
Abbasi asrı kelamcıları Allah hakkında konuşurken aslında halife sultan hakkında konuşmaktaydılar. Kendileri, kendi cemaatleri ve doğruları adına konuşmaktaydılar. Ama bunları Allah’a söyletmekteydiler. Artık zamanı gelmiştir; Allah hakkında konuşurken güç sahiplerinin değil, mazlumların diliyle konuşmanın zamanı gelmiştir. Artık sadece insan hakkında konuşmanın, onu yadsımadan, onu tarihe gömmeden, sadece izzetli bir şekilde insan hakkında konuşmanın zamanı gelmiştir. Allah hakkında konuşmak, insan ve insanca bir hayat hakkında konuşmak demektir. Mümin geçmişin değil vaktin çocuğudur, din ölüler diyarına değil yaşayanlara ait bir tasavvurdur.
Sünni aklın kurucusu olan beyan âlimleri iç mantığın koruyucularıdır. Onlar güvenlik güçleri misali mevcut asayişin ve işleyişin devamını sağlamak ve bunu güvence altına almak üzere çaba sarf etmektedirler. Dâhili aklın ve iç mantığın fedaileridir onlar; oluşmuş olanı muhafaza etmekle yükümlüdürler. Sünni akıl İslam’ın sadece resmileştirilmiş yorumunu temel alan ve diğer yaklaşımları öteleyen bir yaklaşıma sahiptir. İnsanın mahkûm olduğu bir düşünce evrensel düşünüşün ölçüsü olamaz.
Bir şeyi eleştirmek çok kolaydır, ama alternatif üretmek o kadar kolay bir iş değildir. Klasik sünnet anlayışı artık vadesini doldurdu. Görevini ifa etti ve sadece iki kapak arasında tozlanmaya yüz tuttu. Şimdi sünneti yeniden inşa etmenin zamanıdır. Mevcut sünnet algısı tedvin asrının ufkunu aşamamakta ve zamanın ruhuna tercüman olamamaktadır. Bu nedenle de sünnetin yeniden yorumlanması ve sil bastan inşa edilmesi gerekir. Sünnetin yeniden inşası sadece hadis ile sınırlı kalmamalı, Hz Peygamberin hayatı da çağın ufku çerçevesinde yeniden yorumlanmalıdır. Günümüz hadis anlayışı tamamen tek yanlı, sadece geleneği nakletmeye dayanan ve kritikten uzak bir anlayıştır. Bu anlayış sünnetin ezberlenmesi gereken bir olgu olarak algılanmasına ve hayattan uzak, mazide kalmış bir anı olarak kalmasına neden olmaktadır.
Sünneti yeniden inşa etmek, onu kendi tarihi içinde yeniden okumak demektir. Onun tedvin edildiği çağın refleksleri, korkuları, endişeleri, düşmanlıkları ve genel ufku çerçevesinde yeniden okunması ve bu okumaya eşlik edecek yeni bir inşanın yapılması gerekir. Özetle söylemek istediğimiz şudur: hadisler tedvin asrında toplandığı zaman hadisçiler Hz Peygamberin sözlerini kendi zamanlarının endişeleri ve dili çerçevesinde inşa ettiler. Yani, Hz Peygamber tedvin asrında yaşasaydı falanca mesele için ne derdi, ne tür bir yaklaşım sergilerdi şeklinde bir sorudan yola çıkarak hadis metinlerini inşa etmişlerdir. O çağın ihtiyaçları çerçevesinde Hz Peygamberin ağzından meselelere yaklaşımlar üretmişlerdir. Bunu yaparken de o çağın dilini kullanmışlardır. Şu halde bizler de bu çağda yeniden tedvin asrına ve Hz Peygamber zamanına giderek o çağın ufkunu anlamalı ve bu ufku anladıktan sonra aynı yaklaşımla kendi çağımıza gelerek, zamanımızın ufkuna göre hadisleri yeniden inşa etmeliyiz. Hz Peygamber zamanımızda yaşasa ne derdi, nasıl davranırdı; işte bu soru çerçevesinde hadisi ve bir bütün olarak sünneti yeniden inşa etmeliyiz.
Bugün sünnet denildiği zaman tamamen kişisel düzeydeki birtakım kültürel ve ritüel fenomenler akla gelmektedir. Namazların sünnetleri, misvak kullanmak, gümüş yüzük takmak, sarık sarmak, iftarı tuzla açmak, teravih kılmak, zemzemi ayakta içmek ve sakal bırakmak gibi... Toplumsal, ekonomik ve siyasi boyutu tırpanlanmış, sırf bir vicdan ve görüntü meselesi haline indirgenmiş bir sünnet algısı vardır. Bu sünnet algısı anakronizm yaratmakta ve sünneti sadece bir makyaj ve imaj seviyesine indirgemektedir.
Şu halde yapılacak ilk şey sünneti yeniden tanımlamak ve onu bir dünya görüşü olarak yeniden inşa etmektir. Sünnet, hayatı algılama şekli olarak yeniden düşünülmeli ve mücerred bir delil olarak algılanmaktan kurtarılmalıdır. Sünnet bir mazi cenneti olarak tanımlanıp, ona ulaşmaya çalışmak şeklindeki geriye doğru yapılan bir yolculuk olmaktan çıkarılmalıdır. Zira bu yolculuk yolu olmayan ve kendisi yok olmuş bir ülkeye yapılan sefere benzer. Geçmişteki âlimlerin yaptığı tanımların bağlarından ve o tanımların kurutup çöle çevirdiği manasızlığın ölü evreninden sünnet kurtarılmalıdır. Sünnet, hayat için bir model, ekonomi ve siyaset için temel ilkeler bütünü olarak bir paradigma olarak yeniden inşa edilmelidir. Kişisel hikâyelerin öyküsü olmaktan kurtarılıp, insanlık için bir iyilik, doğruluk ve adalet öyküsüne dönüştürülmelidir.
Sünnet şeri bir hüküm, farzdan sonra gelen hiyerarşik bir emir ve bidat karşıtlığı temelinde tanımlandığı müddetçe hep geçmişte kalan bir fenomen olacak; asla zamanımıza dokunamayacaktır. Geçmişin ayrılıklarını ve acılarını hatırlatan bir metin olmaktan öteye hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Oysa sünnet zamana dokunan, anı anlamlandıran, yürüyüşümüze ruh katan ve ufkumuza rengini veren bir yürüyüş olmalı. Hz Peygamberle diyaloğu yitirdiğimiz anda vahiyle olan bağımız da kopacaktır. Sünnet Hz Peygamberle daimi bir diyalog halinde olmak demektir.
Bir şeyi inşa etmek toplum mühendisliğine soyunmak değildir. Akıllara ve zihinlere şekil vermek, kültürel kodlar yaratmak değildir. Bir şeyi inşa etmek yaşanan ana dair bir yürüyüş başlatmaktır. Kirlenmişliklerden ve katılaşmadan sıyrılıp yeni bir nefes almak demektir. Her çağın kendi ruhu vardır; o ruhu yeniden yakalamak ve ruhla doluyken yürümeye başlamak demektir.
Sünnet tedvin edildiği çağda bidat ve hurafenin, sapıklık ve zındıklığın karşıtı olarak konumlandırıldı. Haliyle belli bir kesimi temsilen ve diğerlerini ötekileştirici bir tarzda formüle edildi. Haliyle sünnetin belli bir kesimin ideolojisi ve hayata bakış tarzı olmaktan kurtarılması gerekmektedir. Sünnet Kuran’ın ete kemiğe bürünmüş hali olarak algılanmalı ve aslında Kuran’dan ayyrı bir alan değil, onunla iç içe bir süreç olarak algılanmalıdır. Sünnet dediğimiz olgu vahiy sürecindeki son halkadır. Önce yaşanan gerçeklik vardır, her yaşanmışlık bir örnek olay olması anlamında bir vahiy sebebidir, yani esbabı nüzuldür. Her sünnet ise vahyin inzalinden sonra ortaya çıkan yeni bir durumdur. Vahiy gelir ve sünnet onu yaşanan ana aktarır. Sünnet bu anlamda vahye üflenen zamanın ruhudur. Katılaşmış emirler bütünü değildir. Hayata anlam veren, iyiliğin, doğruluğun, güzel sözün ve adaletin çağrısıdır. Bu nedenle de hayatı önceleyerek, vahyi ve sünneti yaşanan gerçeklik üzerine yeniden inşa etmeliyiz. Yani hayat her zaman birincil önemdedir, vahiy ve sünnet onun üzerine inşa edilecektir. Sünnet kendisinden hazır bir siyasi, ekonomik ve toplumsal doktrin devşirilecek bir alan değildir; sünnet hayata dair ilkeler ve erdem üzerine yaşamaya dair bir ruh halidir. Durağanlıktan dinamizme, geçmişten bugüne dönmek ve burada yaşama iradesini gösterebilmektir. Hem de peygamberle daimi bir seferdeyken bu iradeyi yaşanılır kılmaktır.
Hz peygamberin sahabesi olayları resulle birlikte yaşadığı için vahyin ve onun realize edilmesi demek olan sünnetin anlaşılmasında her hangi bir sorun yaşamıyorlardı. O ruhu kazanmış ve anlamış olarak kendi ufuklarını da ona göre görebiliyorlardı. Hatta bazı sahabe bazı durumlara dair önerilerde bulunuyor ve daha sonra gelen vahiy de onların düşüncesini tasdik ediyordu. Bu onların vahyin mantığını ve sünnetin ufkunu ne kadar iyi anladıklarının da göstergesiydi. Ancak Hz Peygamberin vefatıyla birlikte siyasi çatışmalar ve gruplaşmalar neticesinde hadis uydurma ve peygamberin otoritesinden meşruiyet ve haklılık devşirme gibi tavırlar ortaya çıktı. Çok sayıda düşmanlığın tetiklediği hadis uydurma faaliyet had safhaya ulaşınca hadis âlimleri hadislerin sahihini uydurma olanından ayırt etmek için bir takım ilkeler geliştirdiler. İsnat teknikleri ile cerh ve tadil gibi bir fişleme ve tasnif yöntemi geliştirdiler. Ancak bu yöntemin uygulanması da mezhep ihtilaflarının ve siyasi eğilimlerin gölgesinde yapıldı. Haliyle sahih kabul edilen kitaplara bile yüzlerce uydurma hadis girdi. Zira klasik hadis tenkit metodolojisinde dış tenkide, yani ravi zincirine önem verilmekte, metin tenkidine pek önem verilmemekteydi. Şu halde yapılması gereken şey ilke bazında, Kuran ile yüzleştirilerek ona doğrulatılan ve çağın ruhunun diliyle yeniden inşa edilmiş bir hadis mecmuasını yeniden inşa etmektir. Bu bir sünnet mantalitesi olacak ve nübüvvet ruhu ile bir yürüyüş olacaktır.
Sünnet, kendisinde güzel bir örneklik olana uymaktır. Sünnet güzel bir örneğe uymaktır derken, belli bir dönemde müşahhas ifadesini bulan uygulamalara bağlı olmak demek değildir. O uygulamalardaki ruhu, manayı, maksadı ve ilkeleri alarak onları kendi zamanımızın ufkuna yerleştirmektir. Şu halde peygamber zamanında bir realite olarak ifadesini bulan uygulamalara aynen uymak gibi bir zorunluluk yoktur, ama o uygulamaların bugünkü karşılıklarına uymak bir zorunluluktur. Zira bu şekli değil, ilkesel bir örnekliktir. Gelenek olmadan geleceğe dair bir vizyon oluşturmak realitede çok zordur, ama gelenekselcilik yaparak değil geleceğe, bugüne bile ışık tutmak mümkün değildir. Mirasımızı tenkit ederek, onu oluşum ve kırılma merkezli bir tahlile tabi tutarak, zamanın ruhuna dair yeni bir perspektif geliştirmeli ve geleneği bu perspektifin yakıtı kılmalıyız. Ama onu tutuşturacak ve ışığa çevirecek şimşek akıldır. Akıl ateşi olmadan gelenek yığını tutuşturulamaz. İlk örnek, son örneğin de kendisi olacaktır. İlkeler başta ne ise sonda da aynen devam edecektir.
Bugün elimizde bulunan hadis literatürü İslam düşünce geleneğinin tümünü temsil etmekten uzaktır. Ehli Sünnet geleneği içindeki belli bir anlayışı temsil etmektedir. Yani Ehli Sünnet düşüncesini bile tamamen kuşatmaktan beridir. Sadece ehli hadisin fikirlerini ve bakış açılarını içeremektedir. Oysa gelenek içinde hadise ve sünnete dair bir değil, birçok bakış açısı vardır. Bugün geldiğimiz noktada tek boyutun temsili olan bu hadis literatürü ihtiyaçlarımızı karşılayamamaktadır. Haliyle kuşatıcı bir anlayışa ihtiyacımız vardır. Artık hadis ilimleri, ıstılahları ve usulü hakkındaki Şafii tekelini kaldırmak ve sünneti yeniden ihya etmek zamanıdır. Şafii’nin hadisçiler lehine ağırlığını koyduğu günden beri maalesef bütün fıkıh ve sünnet literatüründe zahir ve ezber taraftarlarının tekeli oluşmuştur. Mezhep kavgaları çerçevesinde fişlenen ve adil olup olmadığına siyasi eğilimleri dikkate alınarak karar verilen senet tenkidinden hadisi kurtarıp, tamamen metin tenkidine yönelmek gerekmektedir. Bugün artık senedin hiçbir önemi kalmamıştır. Her hadis metininin gerçekten peygambere ait olup olmadığının anlaşılması için hadisi de kendi tarihi içinde okumak ve metni Kuran’ın mantığı ile yüzleştirmek gerekmektedir. Uydurma sözü anlamanın en basit yolu da onu kendi tarihi içinde okumaktır; yani baştan sona ihtilafların ve mezhep kavgalarının tarihi olan İslam tarihinin sosyal, kültürel ve ekonomik tarihiyle beraber okunacak bir hadis külliyatı kendisini hemen ele verecektir. Bir hadis için sahih ya da uydurmadan ziyade, bu hadis kimin ya da hangi grubun işine yarar şeklinde bir soru sormak, o hadisin gerçekten peygambere ait olup olmadığı noktasında ciddi bir veri sunacaktır. Zaten bu yönteme dayanarak incelememiz içinde birçok örnekleme de yapmış bulunuyoruz.
Bu şeklideki bir yaklaşımla sahabenin kim olduğu sorusuna da gerçekçi bir cevap bulmuş olacağız. Klasik yaklaşıma göre Hz Peygamberi gören herkes sahabedir, ancak daha öncede belirttiğimiz gibi elimizdeki hadis külliyatı bir elin parmağını geçmeyen, özellikle Emevi taraftarlığı şüphesi taşıyan, ezbere önem verip, içtihadı yadsıyan bir grup sahabeye dayanmaktadır. Uydurmaların çoğu da siyasi olduğu için temelde Muaviye ile Ali arasındaki çatışmalarda taraf olanlarca karşılıklı uydurulmuştur. Hudeybiyeden sonra davete icabet edenlerin çoğu itikadi hassasiyetlerinde öncekiler gibi değildi. Şu halde sahabe derken de aslında Hudeybiye Barışından önce davete icabet eden ilk nesli anlamalıyız. Sonrakilerin sahabe sıfatı taşımaları biraz sıkıntı yaratacaktır. Zira onlar genelde siyaseten islam olanları oluşturmaktadır. Mekke’nin fethi günü İslam olanlar ise tulekadan olup mecbur kaldıkları için teslim olmuşlardır. Şu halde sahabeyi Hudeybiye ile ayırt etmek gayet makul bir ölçü olacaktır. Hz Peygamberin tavrı da bu yöndedir. Zaten yüzbinlerle ifade edilen sahabeden ismi bize ulaşanlar İbn Hacer’in El-İsabe’sine göre 12.294 dür. Bunlar hakkındaki malumat ise çok kısadır. Bunların içinde az ya da çok hadis rivayet edenler ise en fazla 1300 sahabedir. Bu sahabeden 800 tanesi bir ile dokuz, 200 tanesi ondan biraz fazla hadis rivayet ederken; hadisleri yüzün üzerinde olan 27 kişi, beş yüz kadar olan dört kişi ve binden fazla rivayet yapanlar ise sadece yedi kişidir. Şu halde hadis külliyatı ağırlıklı olarak on bir kişiye dayanmaktadır. Hadis rivayet etmekle meşgul olanlar sadece 200 kişilik bir sahabi grubudur. Demek ki sahabe dediğimiz zaman bu iki yüz kişi anlaşılacaktır ki, bu da Hz Peygamber ile her zaman beraber olan, savaşlara katılan ve her anlarını beraber geçirip, onunla beraber yürüyenlerdir. Ancak bütün bunlara rağmen resulün vefatından sonra fitne dönemi savaşlarına katılanların özellikle Muaviye safında olanları için de sahabe nitelemesi yapmak ve onların da tüm diğer sahabe gibi adil olduklarını ve içtihat hatası yaptıklarını söylemek en hafif deyimle işi soytarılığa dökmektir. Bu indirgemeci ve hafife alıcı tavır maalesef ehli hadisin ana fikri haline gelmiş ve hakikati maskeleme vazifesi görmüştür. Bütün ilk sahabe, tabiin ve bedir ehli Ali’nin saflarındayken diğerlerine de masumiyet elbisesi giydirmek zihinleri iğfal etmekten başka bir şey değildir. Şu halde Muaviye’nin safında yer alan ve amaçları için hadis uyduranların sözlerine itibar etmemek gerekmektedir. Bu noktada senedin bir önemi yoktur. Çünkü hadis uydurma işiyle uğraşanlar özellikle sağlam ravi zincirleri inşa ederek ellerini güçlendirmek istemişlerdir. Bir hadis senet ve metin olarak mükemmele yakında bu onun hakkında şüphe etmek için yeterli bir sebeptir.
Hadisler, ilkin hikâyeciler vasıtasıyla ortaya çıktı. Bunlar ehli kitaptan duyduklarını da Hz Peygamber’in sözüymüş gibi kıssa olarak anlatmaya başladılar. Ömer zamanında başlayan bu kıssa anlatımı zamanla halkın bilinci haline geldi. Muaviye cemaat yılı denilen yıldan sonra çeşitli bölgelere gönderdiği mektuplarda, Ali’nin hiçbir faziletinin nakledilmemesini, kürsüde ona lanet edilmesini ve olanlardan onun sorumlu tutulmasını, Osman ve yandaşlarının faziletlerine dair vaazlar verilmesini istedi. Osman’ın faziletleri anlatılmaya ve çoğaltılarak yazılmaya başlandı. Böylece Osman’a dair geniş bir faziletler literatürü oluşturuldu. Muaviye bu çalışmalar karşılığında vaizlere ve nakilcilere halılar ve ödüller verdi. Böylece Muaviye’ye gelerek Osman hakkında övücü rivayetler yapan herkese ayrıcalıklı makamlar ve ödüller verildi. Daha sonra Muaviye ilk sahabe hakkında Ali’yi ve şiasını dışarıda bırakmak üzere övgü içeren rivayetler toplamaya yöneltti. Öyle ki ilk sahabeyle ilgili tonlarca uydurma fazilet inşa edildi. Bu malumat halka anlatıldı, cami kürsülerinde vaaza konu edilip, okullarda çocuklara anlatıldı. Böylece Ali ve taraftarları kesin olarak saf dışı edilmek istendi. Bu ilk büyük çaplı siyasi propaganda faaliyetiydi ve Sünni aklın da kurucu eğilimlerinden biri olacaktı.
Sünnet, önceleri genel bir kullanıma sahipti. Öncekilerin yolu demekti. Ebubekir, Ömer, Osman veya Ali’nin sünneti gibi bir kullanımı vardı. Muaviye’nin sünneti, Halid’in sünneti gibi bir algıyla şekilleniyordu. Sünnet kavramının sadece Hz Peygambere hasredilmesi geç bir zamanda, hicri birinci yüzyılın sonlarına doğru olmuştur. Hadis uydurma işi Irak’ta başlamış ve büyük ölçüde Irak ve Hicaz ile sınırlı kalmıştır. Zira siyasi çatışmalar bu coğrafyada başlamış ve burada mayalanmıştır.
Hz peygambere itaatsizlik, savaştan kaçmak, hırsızlık, zina, içki içmek, iftira etmek ve haksızlığa arka çıkmak gibi fiilleri işleyen birçok kişiyi içtihat hatası yapmıştır diye sahabe kategorisine sokmak insafsızlık olacak ve zemini bulandırmaktan öte hiçbir şeye hizmet etmeyecektir. Şu halde sahabe dediğimiz insanlar da kanıyla canıyla birer beşerdirler ve günah işleyip hataya düşerler. İnsan olmanın en temel vasfı budur. Peygamberler bile hataya düşmekten beri değillerdir. Hataya düşme gibi bir lüksü olan insanların da söz ve davranışlarının evrensel anlamda örnek kabul edilmesi ve hukukun kaynağı olarak alınması doğru değildir. Zira herkesin davranışı kendi zamanına bağlı olup, o zamanın ufkunu asla aşamaz.
Sünni doktrin için hadis, peygamber asrından uzaklaşan toplumu bir arada tutma işlevi görmekteydi. Akidevi değil, sosyolojik bir olguydu. Zamanın ihtiyaçlarına ve reflekslerine göre şekillenmiş bir literatür olup, tamamen tedvin edildiği çağın hassasiyetlerini ve dilini içermekteydi. Şafii, Eşari ve Gazali Sünni doktrinin üç sac ayağıydı. Onlar bu öğretinin hukuki ve epistemolojik esaslarını belirlemiş, akidevi tabanını inşa etmiş ve onu en geniş manada toplumsal mutabakata zemin olacak şekilde formüle etmişlerdir. Ama bunu yaparken hep başkasına karşı yapmışlardır; var olan gerçek muhaliflere karşı Hz Peygamberin otoritesi üzerinden geçmişe dair bir inşa ve yaşanan ana dair bir meşrulaştırma yapmışlardır. Böylece tekelci ve emperyalist bir paradigma oluşturmuşlardır. Oluşturulan bu paradigmada devletin başat rolü olduğu için, mevcut Sünni doktrin aynı zamanda ideolojik bir aygıt işlevi de görmüştür. Sünni doktrin esasen kültürel bir olgu olmasına ve zamanın içinde mayalanıp birikmesine rağmen kendisini ilk örneğin mükemmel bir tablosu gibi sunmakta ve her türlü kültürel niyete karşı kendisini hakikatin bizzat kendisi olarak konumlandırmaktadır. Hâlbuki o da sadece zamanın bir çocuğudur, diğer yüzlercesi gibi beşeri aklın izafiliğini taşımaktadır. Hâlbuki o da tüm dogmatik yaklaşımlar gibi kendisini saf hakikat görme hatasına düşmektedir. Sünni gelenek her yönüyle ideolojik bir aygıt olup, iktidarın aklıyla eşdeğerdir; pragmatist ve sistematiktir. hz Peygamberi gelecekten haber veren bir imparator, daveti ise bütün ülkelerin fethine götüren bir emperyal ideoloji gibi yorumlamaktadır. Geçmişi kutsamakta, zamanın hükümdarını geçmişe eklemleyerek kutsamakta ve yaşayan nesilleri nefessiz bırakmaktadır. Sünni fıkıh sultanın fıkhı olup, düzenin devamına hizmet ederken, Sünni kelam Tanrı merkezli bir yaklaşımla hiyerarşik bir gök ülkesi inşa etmekte ve yukarıda nasılsa aşağıda da öyledir yaklaşımıyla zamanın zorba hükümdarlarını Tanrısal bir eşzamanlılık içinde göğün gölgesi/yansıması/temsilcisi şeklinde konumlandırmaktadır. Kelam aslında Tanrıyı değil, hükümdarı ve ülkesini konu edinmektedir. İmanın şartları olarak sıralanan amentünün içeriği tamamen uslu bir vatandaşın profilini çizmekte, bütün adaletsizliklere ve zulme sessiz kalan, haksızlıklara karşı susan, erteleyen ve şefaat doktrinleri geliştiren bir pasifizmi meşru hale getirmektedir. İdeal vatandaş imanın şartlarına uyan vatandaştır, ama bu iman Kureyş Abbasi Aklının uygun gördüğü imandır. Bu insan gökteki yaratıcıya inanır, namaz kılar, oruç tutar, vergisi olan zekatı ve diğer mali yükümlülüklerini yerine getirir, cihad gibi bir sorumluluğu yoktur; meleklere ve cümle azizlere inanır, onların gökteki yaratıcı yanında büyük bir konumları olduğunu düşünür, din ulularının ve peygamberin şefaatine bel bağlar, başına ne gelirse gökteki yaratıcının yazgısı der ve susar; kaderine razıdır, asla isyan etmez. Açlıktan ölse, zulümden usansa da asla aklından bozguncu düşünceler geçirmez, itaatte kusur etmez. İçtihat etmez, icmayla bazı atalarının kültüne bağımlıdır o. Aklını kullanmaz, sadece nakledilene uyar. Lafzın güzelliği olduktan sonra, mananın kusuruna takılmaz. Geçmiştekileri kutsar ve onların hatasızlığına inanır. Onları yüceltir ve ulu atalardan bir tapınak kurar. Güce ve faydaya tapar. Her zaman galip gelenin yanındadır; kendisini riske atmaz, zihin konforunu asla bozmaz. İhtişamlı ve azametli sultanlara vurgundur, sarayların kıyısındaki fakirlik kokan sokakların sesini duymaz. Zalim olsa da sultana itaati destanlaştırır. Toplumsal güvenlik, cadı/zındık avı ve bidat düşmanlığı refleksi onun en bariz davranış kodlarıdır. Sünni kalabalıklar, kamu düzeni ve siyasi iktidarın devamı için yaşar. Onların hayatı bir itaat ve yazgı destanıdır. Sünni akıl Hegel’e bile rahmet okutacak kadar devlete tapar. Ama gelin görün ki, realite ile ideal arasında derin bir faydacılık çukuru vardır. Şu halde Sünni kelamı tamamen sosyolojik bir olgudur. Analojiyle sultanı Allah’ın gölgesi olarak formüle etme girişimidir. Kelam yapılırken bahsedilen Allah değildir, aksine bizzat sultanın kendisidir. Allah’ın zati sıfatları sonsuzluk alanına aitken, fiili sıfatları olarak bahsedilen sıfatları ise tamamen tarihi ve sosyolojik alana ait olup sultana karşılık gelmektedir.
Sünni akıl beyanidir, lafza tabi olur ve lafzı mutlaklaştırır. Onun için zaman durmuştur, kum tanecikleri akmamaktadır. Eski daima makbul olandır. Paralel kültürel evrenleri vardır Sünni geleneğin; tedvin asrında fotoğrafı çizilen manzaranın bütün zamanlar ve mekânlar için geçerli olduğunu düşünür. Sünni kültür havzası kapalı bir havzadır, donmuş ve taşlaşmıştır. Eleştiriye ve iç kritiğe kapalıdır; kendisine özgüveni yoktur. Özgüveni olmayan bir kültürün de zamana hitap etmesi ve çağın ihtiyaçlarına cevap üretmesi imkânsızdır. Sufilerin ve beyan ehlinin göğe sürgün edilmiş, kozmik peygamberi artık hayata dokunamamaktadır. Gökteki yıldızlara benzetilen sahabe artık bir hayranlık nesnesi olmaktan öteye bir anlam ifade etmemektedir. Bir şeyi aşırı yüceltmekle putlaştırmak aynı şeydir. Ne peygamber ne de sahabe hayata dokunamamaktadır. Bizim hayata dokunan ve beraber yürüyebileceğimiz bir peygambere ihtiyacımız var. Temaşa edilecek değil, konuşup, tartışabileceğimiz bir arkadaşa ihtiyacımız var. Bizim bir dosta ihtiyacımız var. Bizi anlayan, hatalarımızı tamir eden ve bizlere huzur verecek bir dosta ihtiyacımız var. Zira nicedir, suçlayan ve yargılayan, öteleyen ve mahkûm eden, dinde haddi aşarak davetten nefret ettirenlerden usandık.
Sünni akıl akla karşı alevlenmiş bir öfkedir. Bir yorum olduğunu kabul etmez ve kendisini merkeze yerleştirerek sahihlik edebiyatı yapar. Sahihler çağından beri inşa ettiği Ortodoks literatürünün yorumlardan herhangi bir yorum olduğunu kabul etmeye asla yanaşmaz. Eşari’nin, Tahavi’nin, Ebu Hanife’nin ya da İbn Teymiye’nin olmak üzere birden fazla akide olmasına rağmen, bunların sadece doğru itikada dair sözler olduğunu ve doğru akidenin kendisi olmadığını kabul etmeye yanaşmaz. İhtilaf rahmettir edebiyatıyla gerçeği örtmeye çalışır.
En yeni söz bile çok eski bir zamanda söylenmiştir. Ama amacımız en kadim sözlerin üzerindeki tortuyu temizlemek ve altın çağların tozunu silkeleyerek farkındalık sağlamaktır. Böylece bugünün aydınlığında sınırsız ve soluksuz bir ilerleme imkânı elde edilecektir. Şunu belirtmek gerekir ki, davetin altın çağı olarak tasavvur edilen ilk halifeler dönemi bir saadet asrı değildir; aksine bu çağ kırılmaların yaşandığı ilk fitneler çağıdır. Ama kırılmalar hayatın diyalektiğidir ve bu zamanın sonsuz manzaralarından sadece biridir. Hareket varsa değişim ve kırılmalar kaçınılmazdır. Sünni doktrinini totaliter tavrı karşısında davetin gerçek ruhu hata yapabilme hakkına dayanır. Bu da çeşitliliğe ve rengârenk bir ufukla yürüme iradesi demektir. Yanlış önermelerin karşıtı olarak yine yanlış önermeler sunulabilse de, derin bir önerme ancak derin bir önermeyle karşılanabilir. Hayat siyah beyaz değil, derin bir okyanusun sonsuz ve farklı tonları misalidir. İnsan ruhu renklerin sonsuz dansıdır, siyahın ve beyazın çatışması değildir. Şeri olarak tabir edilen ahkâm ayetlerini şekil olarak alıp uygulamak mümkün değildir; bunun yerine Allah’ın amacına ve Hz Peygamberin davranışına yön veren ruhun ilkelerine göre sünneti yeniden ihya etmeye yönelik bir yaklaşım ortaya konulmalı, vahyin ruhu ve esprisi temel alınmalıdır. Sünneti yeniden ihya etmek bu sürecin temel hedefi olmalıdır. Bu yüzden de, Kuran’ın Medeni ayetlerinin tarihsel koşullara ve Arap geleneğine bağımlı olduğu kabul edilmeli ve Mekki ayetlerin derin ruhu ön plana çıkarılıp temel alınmalıdır.
Davetin Medine’sinde uygulanan şeriat tarihsel bir şeriattır ve davetin o günkü tarihsel şartlara yönelik ideal formuna karşılık gelir. Beşeri ilerlemenin mevcut şartlarına uygun olarak beyan edilen kurallar o günkü toplumun seviyesine karşılık gelir. Ancak bu ilkeler vazedilirken realiteye uygun bir teşri yapılmışsa da ideal olana dair ilkeler de belirtilmiş ve davetin sonraki aşamalarında bu idealin gerçekleşmesi için gereken vizyon da ortaya konulmuştur. Tarihsel şeriat yerine, şeriatın ruhu her çağda davet medeniyetinin temeli haline getirilmeli ve davetin ideali daima canlı tutularak her müminin ufku haline gelmelidir. Şu halde sünnet bir ütopyanın tamamlanmış resmi değil, insani bir medeniyetin ruhu ve alevidir. Her insanın amacı davetin ortaya koyduğu ideal çerçevesinde mükemmelliğe ulaşmaktır. Her insana çalıştığı vardır, herkes yaptığının karşılığını bulacaktır ve varış da Rabbinedir. Eşitlik ve adalet devletler için bir ilke olabilir ama davetin ruhu merhamettir ve merhamet her türlü adaletten daha üstündür. Merhametlilerin en merhametlisine yürümenin en yüce ideali budur. Kader evrene ve insana hükmeden kanundur, kaza ise evrimin zamana ve mekâna yayılmasıdır. Allah, zaman ya da mekân deldir, Allah sonsuz mükemmelliktir ve bu mükemmelliğe giden yol belli bir tarihsel zamandaki din görüntüsü değildir. O, her an farklı bir şekilde tecelli eder. İnsan kendisine verilen özgürlükle bu mükemmelliğe dair seçimler yapmalıdır. Belli bir zamandaki mükemmellik, birkaç seviye sonraki insanlık aşaması için solmuş bir düş olmaktan öte bir şey ifade etmeyecektir. O artık mükemmel olan değil, mükemmele dair atılmış ilk adımlardan ibaret olacaktır. Kuran’ın Medine dönemi düzenlemeleri bir sonsöz değil bir giriş ve önsözdür. Cihad etmek, kölelik, dört eşle evlilik, kırkta bir zekât, kadın erkek eşitsizliği, boşanma ve örtünme davetin temel ilkeleri ve idealleri değildir. Bunlar zamanın realitesi ve o çağdaki insanın ufuk seviyesidir. İbadetlerde evrim yoktur, ama medeniyet unsurlarında mükemmele giden bir evrim vardır. İdealler yürümekte ve zamanın içinde dalgalanmaktadır. Bu kitabı her devirde Mekke döneminin ilkeleri ve ruhu üzerine mükemmele taşıyacak ümmetin kendisidir.
İşler karıştığında ve isyan kontrol edilemez hale geldiğinde; düzenin efendileri ve geçmişin yaşlı köleleri, atalarımız ne isterdi diyecekler! Acaba bizden beklentileri nelerdi, nasıl hareket etmemizi isterlerdi, nasıl yaşamamız ve nasıl ölmemiz gerektiği konusundaki düşünceleri nelerdi? Kimin umurunda ki! Ölüler bir şey isteyemez ki; bunu herkes biliyor!
REŞAT ÇENGİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder