24 Aralık 2012 Pazartesi

KURANA GÖRE TAKVA



Takvâ sözcüğü, وقاية - viqâye, توقية - tevqiye, وقاءة - viqâe köklerinin mastarı olan وقي - veqâ sözcüğünden türemiştir. Veqâ, "bir şeyi korumak, himaye etmek, ona zarar verecek şeylerden çekinmek, bir şeyi başka bir şeyle bir tehlikeye karşı korumaya almak, zararlı şey ile korunacak şey arasına bir engel koymak" anlamına gelir. Sözcük Kur'ân'da da bu anlamda kullanılmıştır:

(İnsan: 10–11) Şüphesiz, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız. Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur ve onlara aydınlık ve sevinç rastlar.

(Tahrîm: 6) Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir ateşten koruyun. Onun üzerinde, Allah'a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır.

(Teğâbün: 16) O nedenle gücünüz yettiğince Allah'a takvâlı davranın, dinleyin ve itaat edin. Ve mallarınızdan, kendinizin iyiliğine olarak bağışlayın. Kim de nefsinin açgözlülüğünden korunursa işte onlar, başarıya ulaşanların ta kendileridir.

Veqâ fiilinin mezidatından [harfleri artırılmış kalıplarından] olan اتّقاء - ittiqâ sözcüğü ise, "korumayı kabul etmek, acı ve zarar verecek şeyden sakınıp kendini korumaya almak, sakınmak" demektir. Bu sözcük de Kur'ân'da sözlük anlamıyla kullanılmıştır:

(Haşr: 18–19) Ey inanmış olan kişiler! Allah'a takvâlı davranın; her kişi yarına ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, işlediklerinizden haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir.

(Âl-i İmrân: 131) Ve inkârcılar için hazırlanmış ateşten korunun.

(Bakara: 24) Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun.

Taqvâ sözcüğü, ittiqâ sözcüğünün ismi olup sözlükte "kuvvetli himayeye girmek, korunmak, kendisini koruma altına almak" anlamına gelir.

Taqvâ ve ittiqâ sözcükleri, sözlük anlamları ekseninde kavramlaşmış ve Kur'ân'da hep sözlük anlamlarına yakın manalarda kullanılmıştır. Bu sözcüklerin türediği veqâ fiili ve türevleri Kur'ân'da 258 yerde geçmektedir.
Kur'ân'ın en önemli kavramlarından olan taqvâ ve ittiqâ, kulun Rabbi karşısındaki durumunu en iyi anlatan sözcüktür. Kur'ân'da birçok Âyette insanlara Allah'tan ittikâ etmeleri söylenmiş, birçok Peygamberin de kavimlerini, "Allah'tan ittikâ etmez misiniz?" diye uyardıkları anlatılmıştır. Çünkü insan için en önemli şey, bir yaratıcının varlığı, yaratılışın sebebi ve kendisinin yaratıcı karşısındaki durumudur. İnsan, öncelikle kendini var edeni tanımakla ve O'nun razı olacağı bir yaşam sürmekle yükümlüdür. İnsan, her şeyin sahibi olan Allah tarafından başıboş, kendi hâline bırakılmamış; hayatının hesabını vermek üzere O'na döndürülecektir. Bu sebeple Kur'ân, Allah fikrini ve O'na ait ulûhiyeti ısrarla gündeme getirerek âlemlerin Rabbi olan Allah'ı bütün sıfatları ve O'na ait en üstün yücelik makamları ile tanıtmakta ve insana bu yücelik karşısında kendisine çeki-düzen vermesini, kendisini iyi amellerle koruma altına almasını tavsiye etmektedir. Amaç, insanın, O'nun her yerde kendisini gördüğünün ve yaptığı her şeyin kayıt altına alındığının bilincinde olan bir varlık olmasını; Allah'ın yüce makamı karşısında çekinmesini; O'na kuvvetli bir imanla bağlanmasını ve yaptığı hatalardan dolayı O'na sığınmasını sağlamaktır. Kısaca, insanı muttakî /ittikâ eden/takvâ sahibi bir varlık yapmaktır.

Bugüne kadar yapılan takvâ tanımlarının hepsinde de değişik kelime ve ifadelerle olsa da– aynı anlamlar gözetilmiştir. Bu nedenle tanımlar arasında herhangi bir çelişki yoktur. Meselâ, kimi "Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçmak"; kimi "Yapılması günah olanı yapmaktan, terk edilmesi günah olanı terk etmemekten çekinmek"; kimi "Allah'ın cezalandırmasından korkarak O'nun verdiği bir Nûr ile O'na itaat etmek"; kimi de "Allah'ın dışındakileri Allah'a tercih etmemek" şeklinde tanımlamıştır.

Biz de şöyle bir tanım yapabiliriz:

Taqvâ, 'insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak âhirette kendisine zarar ve acı verecek şeylerden sakınması, ya da günahlardan uzak durması ve iyiliklere sarılması'dır."

Ancak konu ile ilgili diğer Kur'ân Âyetleri de göz önüne alınarak daha geniş bir tarif de yapılabilir:

Taqvâ, 'iman etmek, şirkten uzak durmak, Allah'ı unutmamak, Allah ve Elçilerine boyun eğmek, inkârcılarla mücadele etmek, bollukta ve darlıkta sahip olunan mallardan bağışta bulunmak, salâtı ikâme etmek, namaz kılmak, zekât vermek, verilen sözde durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, ana-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tövbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkeye sahip olmamak, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmek'tir."

Bütün bu tariflere dayanarak özlü bir ifade ile taqvâ'nın, "iman ve onun yansıması" olduğunu söylemek de mümkündür.

Bu noktada taqvâ ile ibâdet arasındaki bağlantının belirtilmesinde yarar vardır. "İlâhî emir ve yasakları yerine getirmek" demek olan ibâdet, "zarar verecek davranışlardan sakınmak" demek olan taqvâ'nın kendisi değildir, ama kişiyi takvâya ileten davranışlardır.

Muttakilerin özelliği sayılırken şu nitelikler ön plana çıkarılmıştır:

GAYBDA İMAN-GAYBA İMAN

Âyetteki, بالغيب - bi'l-ğaybi ifadesini, "gayba iman" ve "gaybda iman" olarak çevirmek mümkündür. Zira ب - be edatı, "ilsak" anlamında kullanıldığı gibi, "zarf" anlamında da kullanılır. Kur'ân'da bunun birçok örneği vardır. Burada konu, ileriki Âyetlerden de anlaşılacağı üzere "gaybda iman"dır. Yani, ikiyüzlü olmayıp, hem göz önünde hem de tenhada, kimsenin görmediği yerlerde gerçekten imanlı olmaktır.

 Burada ilgili Âyetleri hatırlatmakta yarar vardır:

(Fâtır: 18) Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer ağır yüklü bir kimse, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan hiçbir şey yüklenilmeyecek; –bir akrabası olsa bile.– Şüphesiz sen ancak Rabb'lerine karşı gaybda haşyet duyan ve salâtı ikâme edenleri uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah'adır.

(Kaf: 32–33) İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan, Rahmân'dan gaybda [tenhada, kimsenin kendini görmediği yerlerde] iken haşyet duyan ve dönen bir kalp ile gelen [gönülden bağlı olan] herkes için söz verilendir.

(Fâtır: 28) İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler haşyet ederler [derin hayranlık ve saygı duyup O'ndan uzaklaşmaktan korkarlar]. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.

(Yûnus: 57) Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerdekine şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet gelmiştir.

Bu paragrafta rızkın Allah tarafından verildiği, verenlerin de Allah'ın verdiğinden verdiklerine dikkat çekilmiştir. Rızık ve rızık olarak verilenlerin Allah yolunda harcanmasına dair Kur'ân'da yüzlerce Âyet mevcut olup hatırlamaya yönelik olarak birkaçını zikrediyoruz:

(Fâtır: 3) Ey insanlar! Size gökten ve yerden rızk veren Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Allah'tan başka bir yaratıcı mı var? O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O hâlde nasıl döndürülüyorsunuz!

(Zâriyât: 58) Şüphesiz Allah, çok rızık verenin ta kendisidir, çok çetin kuvvetin sahibidir.

(Mülk: 21) Veya eğer O [Allah], rızkını kesiverse, size rızık verecek o kimse kimdir? Aslında onlar azgınlık ve nefrette direnip durmaktadırlar.

(Hûd: 6) Ve yeryüzünde hiçbir dâbbeh/canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. O [Allah], onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir Kitap'tadır.

(Münâfikûn: 10) Sizden birinize ölüm gelip de, 'Rabbim! Beni yakın bir süreye [ecele] kadar geciktirsen, ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam' demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin.

(Tövbe: 34) Ey inanmış olan kişiler! Kesinlikle, hahamlardan, rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve kesinlikle altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar; hemen onlara acıklı bir azabı müjdele!

"Allah'ın verdiği rızıktan, hayır için harcamak" demek olan infak, fert ve toplumu tehlikeden korur, sosyal patlamayı engeller. İnfakın olmadığı toplumlarda yoksulluk ve açlık; bundan da kıskançlık ve düşmanlık meydana gelir ve neticede sosyal patlama kaçınılmaz olur:

(Bakara: 195) Ve Allah yolunda bağış yapın, ellerinizi [kendinizi] tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri-güzelleştirenleri sever.

İnsanın sevdiği şeylerden Allah yolunda harcaması ise insanı, cennetliklerin nitelikleri olan birr ve takva mertebesine ulaştırır:

(Âl-i-İmrân: 92) Sevdiğiniz şeylerden bağışlamadıkça asla "birr"e eremezsiniz. Ve siz her neyi bağışlarsanız da şüphesiz Allah onu iyi bilir.

(Mâide: 89) Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun keffâreti, ehlinize yedirdiğinizin evsatından [en hayırlısından/en iyisinden] on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin keffâretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah Âyetlerini sizin için böyle açığa kor ki, belki şükredersiniz [karşılığını ödersiniz].

(Âl-i İmrân: 133–134) Ve Rabbinizden bağışlanmaya ve eni göklerle yer kadar olan, bollukta ve darlıkta infak eden, öfkelerini yutan ve insanları affeden muttakiler için hazırlanmış olan cennete yarışın. –Ve Allah, Muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever.–

(Bakara: 265) Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların/mallarını bağışlayanların durumu da kendisine bol yağmur isabet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin/bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisenti... Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir.

(Bakara: 274) Mallarını gece ve gündüz [her zaman], gizlice ve açıkça infak eden kimseler; işte onların, Rabb'leri nezdinde mükâfatları vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur, onlar, üzülmezler de.

(Bakara: 267) Ey iman etmiş kimseler! Kazandıklarınızdan, gerek sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden infak edin. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız pis şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve şüphesiz Allah'ın Ğanî ve Hamîd olduğunu bilin.

Âyetteki, ...sana indirilene... ifadesiyle, vahiylerin tümüne iman etmek gerektiğine işaret edilmiştir. Bir insanın, mü'min ve muttaki olabilmesi için ilk Peygamberden son Peygambere kadar indirilmiş tüm vahiylere inanması gerekir. Nitekim Mekke döneminde Peygamber'e şu direktifler verilmişti:

(Şûrâ: 15–10) İşte bunun için sen davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların hevalarına uyma ve de ki: "Ben Allah'ın Kitaptan indirdiğine inandım ve ben aranızda adaleti gerçekleştirmemle emir olundum. Allah bizim Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız yalnızca bize, sizin yaptıklarınız da yalnızca size aittir. Sizinle bizim aramızda hiçbir delile yer yoktur. Allah, bizim aramızı toplayacaktır. Dönüş de yalnız O'nadır. Ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey; artık onun hükmü Allah'a aittir. İşte bu, benim Rabbim Allah'tır. Ben yalnız O'na tevekkül ettim ve ben yalnız O'na yöneliyorum" de.

(Bakara: 285) Elçi, kendi Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü'minler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitaplarına ve Elçilerine iman ettiler: "Biz Allah'ın Elçileri arasında ayırım yapmayız." Ve "Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır" dediler.

(Bakara: 136) Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e ve İsmâîl'e ve İshâk'a ve Ya'kûb'a ve esbâta [torunlarına] indirilene, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya verilene ve Peygamberlere Rabb'lerinden verilene iman ettik; onlardan hiç birinin arasını ayırmayız [hiç birini diğerinden ayırmayız] ve biz ancak O'nun için İslâmlaştıranlarız."

(Âl-i İmrân: 84) De ki: "Biz Allah'a, bize indirilene [Kur'ân'a], İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya'kûb'a ve torunlarına indirilene, Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve Peygamberlere Rabb'lerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz yalnız O'na teslim olanlarız."

Muttakilerin, "salâtı ikâme eden kişiler" olarak nitelendiğini görmekteyiz. Salât ve salâtın ikâmesi ile ilgili Ankebût Sûresinin sonunda Salât ve Namaz başlıklı müstakil yazımıza bakılabilir. Burada kavramlar ile ilgili özet bir tanım yapmakla yetiniyoruz: [87–02] Tebyînu'l-Kur’ân; c.8, s.379-537.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder