10 Aralık 2012 Pazartesi

İSLAM ALGIMIZ NE KADAR İSLAMİ ?




İslam algımız ne kadar islami ? Bu soruyu, kendimiz de dahil olmak üzere, kendini Müslüman olarak adlandıran her bir birey için sormalıyız. Bizi Müslüman kılan ve müslüman olmadığını düşündüğümüz insanlardan ayıran temel özelliklerimiz nelerdir? Bu temel özelliklerimiz, şekilsel, fikirsel, eylemsel nitelikli olanlardan hangisini veya hangilerini içeriyor? Bizi müslüman kılan bu davranış ve anlayışlarımızın, İslam olduğuna dair, algımızın kaynağı nedir?

Kaçımız, kendimize, inancımızın kaynağı ile ilgili sorular soruyoruz? Ve bu sorularımızı neye, nereye, kime soruyoruz? Refarans kaynağımızın konumu ve niteliği ne? 

Nerede ve nasıl bir konumda olduğumuzu görmek açısından bu sorular çok önemli. Ancak üzülerek söylememiz gerekir ki, şu kadar milyar Müslüman içerisinde bu tür sorular soranların çok çok az olduğu gerçeği bir tarafa, bizde genel anlamda bir soru sorma ve sorgulama zaafiyeti söz konusu olduğu, bizim acı bir gerçeğimiz. Hatta bunun da ötesinde genel bir soru sorma ve sorgulamadan rahatsız olma ve böyle bir eylemi hoş görmeme tavrı var ki, bu daha da vahim bir durum. Üstelik bu görüntü geleneğimizde ve halihazır halimizde egemen ve başat bir tavır. Öyle ki, bu tavrın ideolojik ve siyasi kodları İslamın ilk yüzyıllarına kadar gidiyor.

İşte bu gerçeklik ve tarihi arka plandan dolayı, yazımızın başındaki soru daha bir anlam  ve önem kazanmaktadır? Soruyu ve kime, neye sorulduğunu önemsemekle birlikte bu gelenek içerisinde soru soruyor hale gelebilmiş olmayı bile önemli bir aşama olarak görmek isterdim. Maalesef bugün için böyle bir aşamada olduğumuzu söyleyebilecek konumda değiliz. Ancak sadece geçmişe oranla göreceli bir gelişimden söz edebiliriz. Bu yazıyı okuyor olmanız bile bu mütevazi gelişimin delili sayılabilir veya kendimizi nasıl kandırdığımızın bir göstergesi.

"Bilmediğin şeyin ardına düşme; çünkü, işitme duyusu, görme duyusu ve kalp, bunların hepsi bundan sorguya çekilecektir!"(17/36) diyen bir kitabın kaynaklık ettiği dine bağlı olduğumuzu iddia etmemize rağmen, bu durumda olmamız, yani, bulunduğumuz konumla ilgili herhangi bir sorgulama ve doğrulama gereği duymamış ve duymuyor olmamız, konunun en trajikomik yanı olsa gerektir. Bu durum aynı zamanda inancımızın kaynağı ile olan yakınlığımızın hangi boyutta olduğunun da önemli bir göstergesi sayılabilir.

Soru soramıyor olmak, aynaya bakamıyor olmak gibi bir şey...  Nasıl ki, aynaya bakmayan/bakamayan birisi, kendi görüntüsü hakkında sağlıklı bir fikir sahibi olamazsa, bir sanıdan ibaret olan, kendisinin "yakışıklı veya güzel olduğu" fikrinin gerçekte bir kıymeti harbiyesi yok ve sosyal hayatta bir karşılığı bulunmuyorsa, bir noktadan sonra istese de kendisini kandıramıyor ve ister istemez başkalarının kanaatine razı olmak zorunda kalıyorsa, sorgulaması yapılmamış, aynada bir yansımasını göremediğimiz, algı ve inançlarımız için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Aslında bu halimizle, sadece kendimizi kandırmanın ve kof bir böbürlenmenin ötesinde bir şey yapmış olmayız. Gözümüzü kapasak, kulaklarımızı tıkasak, aklımızı tamamen devre dışı bıraksak da başkaları bize bizi tanıtmaya devam eder. Kabul etmesek de biz de, onların bizi tanımlamalarıyla kendimizi tanımlarız. Bu tanımlar, düşünce ve eylem olarak bir şekilde ortaya çıkar. Bugün yaşananlar bundan farklı bir şey mi?

Neye, nasıl, ne şekilde, ne kadar inandığımızın bir anlamı ve karşılığı olabilmesi için "inandığımız" dediğimiz şey hakkında bazı sorular sorabilmemiz, algı ve anlayışımızı kendi imkanlarımız ölçüsünde bir gerçeklik ve doğruluk testine tabi tutmamız gerekir. Bulunduğumuz noktadan, sorgusuz sualsiz bir şekilde emin olmak bir istiğna ve kendini yeterli görme hali olduğu gibi bu tavır büyük bir cehaletin ve bilgisizliğin de göstergesi sayılır.
Sorular, yeni soruları ortaya çıkardıkça soruların kıymeti artar. Çünkü her soru beraberinde en az bir cevabı gerekli kılar. O soruya bir cevap veriyor olmak yeni bir sorunun da kapısını açar. Normal şartlarda her soru için meşhur: "kim", "ne" "nerede", "nasıl". "niçin/neden" "ne zaman" soruları sorulsa, hem soruların hem de bu sorulara verilen cevapların sayısı artar ve bu sayede sorgulanan şeyin daha net bir şekilde ortaya konduğu görülür. Bu nedenle ilk soru önemli olmakla birlikte, bu sorunun arkası gelmezse, bu soru, son soru olma dışında fazla bir anlam ifade etmez.

İlk sorunun, son soru olması şuna benzer: Kişi, kendi kendine veya birisi kendisine "inandığın şey ne kadar doğru?" diye bir soru sorsa ve o da, bu soruyu; "Benim içinde bulunduğum yapı, grup, cemaat, part vs çok sağlam, çok dürüst, çok vefalı bir grup. Liderimiz de öyle. Aynı zaman da o, çok alim birisi. Bu nedenle burada bir yanlış olmaz." diye  cevap verse ve bu cevapla yetinse, başka bir soruya imkan tanınmasa işte bu, bir son soru örneği olur. Aynı zamanda bu toplumsal istiğnanının da ilginç bir örneği sayılır.

Muarızlarına, "getirebiliyorsanız, daha iyisini getirin!" diyebilen ve sorgulanmaktan rahatsız olmayan, aksine meydan okuyan bir metnin bağlıları olarak bizlerin, inancımız hakkında soru sormaktan korkar halde bulunmamız veya soruları gereksiz görmemiz neyle ve nasıl izah edilebilir?

Dikkat ettiyseniz henüz inanç ve algılarımızın kaynağı nedir, böyle olduğunu nereden biliyorsunuz, bunun böyle olduğunu, kimden, nasıl ve ne şekilde çek/teyit ettiniz? gibi sorulara gelmedik.

İçte ve dışta tüm İslam karşıtlarının, İslamı ve Müslümanları eleştirdiği bir ortamda, Müslümanların, anlayış, hal ve davranışlarını eleştirip, zaaflarını ortaya koymanın sıkıntılı bir durum oluşturduğunu ve pek çok kişiyi rahatsız ettiğini biliyoruz. Ancak nerede olduğumuzu anlamak ve önümüzü görmek açısından eleştirel davranmak, fikirlerimizi ve yaptıklarımızı sorgulamak bir zorunluluk olmasının ötesinde, dini bir vecibedir diye de düşünüyoruz.

Çünkü Müslümanların düşünce biçimi, içinde bulundukları hal ve davranış, sadece kendilerine zarar vermekle kalmıyor, İslamın yanlış anlaşılmasına, mesajının örtülmesine hatta mahkum edilmesine neden oluyor. Bugün bunun canlı pek çok örneğini hem kendi ülkemizde, hem de Müslümanların yoğunlukta olduğu diğer coğrafyalarda apaçık  bir şekilde yaşayıp görüyoruz. Tüm bu olanlar ve düşünce biçimleri ciddi bir eleştiri ve tashihi hak ediyor.  Ancak bunu, içeriden birisi olarak kırıp dökmeden yapmak gerektiğini de biliyoruz.

Örneğin, bugün ülkemizde gücü elinde bulunduran Müslümanlara (Siyasi, ekonomik, büroktatik imkan sahibi kişi ve gurupları kastediyoruz.) şöyle bir göz atalım, bunlar ne haldeler bir düşünelim. Hem bireysel hem de toplumsal anlamda bir dünyevileşme ve yabancılaşma ile karşı karşıya değil miyiz? İçinde bulunulan hali meşrulaştıracak bin bir türlü bahane ve "dini argüman" üretmiyor muyuz? Bunu kendimiz yapmıyor, yapamıyor olsak bile, yaşayışımıza/anlayışımıza uygun "din adamları", bizim adımıza bunları ihdas etmiyorlar mu? Biz de bu "alimleri","akedemisyenleri", "medya vaizlerini" yaptıklarımızı meşrlaştırdıkları için istihdam etmiyor muyuz? 

Sadece ilmine dayanan ve usulüne bağlı olan alimlerimiz nerede? Olanlar parmakla gösterilecek kadar az da olsa mutlaka bir yerlerde vardır. Peki biz, fikirleri hoşumuza gitmediği için onlara, açlığa mahkum etme, zindanlara atma veya taşlama dışında ne yaptık, ne yapıyoruz?

Allah aşkına, inançlarımızdaki hurafelerle yaşantımızdaki modernitenin, israf ve şaşaanın ürkütücü işbirliğini görmüyor muyuz? Ritüellerde ve inanç ile ilgili alanlarda ipe sapa gelmeyen fikirleri savunabiliyor, Kuranın kabul etmediği rivayetleri, dini argüman/delil/gerekçe olarak kullanırken, üstelik bunu, tam tersini söyleyen pek çok ayet varken ve aklı, metodolojik olmayı ve bilimselliği aşağılayarak, dışlayarak hatta yok sayarak yapabiliyorsak... Ancak konu günlük yaşama, dünyalıklara, siyasete, bürokrasiye, ekonomiye, çalışma hayatına gelince nasıl da "mantıklı" "global", "gerçekçi", "tutarlı" ve "bilimsel" oluyoruz. Hayatın şartlarından, piyasa kurallarından, uluslararası ilişkilerden dem vuruyor, "akıl, bilim ve gerçeklik bunu gerektiriyor" diyoruz.

Emrimizde çalıştırdıklarımıza, asgari ücretin bile altında bir ücret öderken, üstelik çok zaman bunların sağlık güvencelerini bile vermeyip, bunların sırtından hırsızlık yaparken, devlete başka hile, çalışana başka hile kurarken, bayramlarda, seyranlarda,  bunlara verdiğimiz bir kaç kırıntıyı, birkaç kuruşu, infak ve sadaka diye verip, bunların hem günahlarımıza keffaret olmasına hem de reklamımızı yapmasını isteriz. Ayrıca bunlarla müslümanlığımızı kurtarmaya ve toplumdaki meşruiyetimizi pekiştirmeye çalışırız. Ancak özel hayatımızda hertürlü lüksü ve şatafatı en uç noktalarda yaşamaya devam ederiz.

İmkan sahiplerimizin hayatında dünyalık yığma, sahip olma ve tüketme yarışı, yatlar, katlar, pahalı otomobiller gırla giderken, sosyetik tatiller, halktan uzak, elit ve seçkinlerle(!) iç içe özel güvenlikli ve korunaklı konaklarda, villalarda, rezidans apartmanlarda sürdürülen müslümanca bir yaşam (!) içinde ömürler telef olup gider.

Sorabilir miyiz, böyle bir Müslüman nasıl bir Allah anlayışına sahiptir? Nasıl bir Allah'a inanır? İnandığı Allah'ın adalet ve zulüm karşıtlığındaki yeri nedir? Bu karşıtlıkta hangi taraftadır? Allah bu günde ve din gününde ne yapar? Bu Allah'ın, dünyaya ve insana dair bir hesabı kitabı yok mudur? Namaz, oruç, hacc, kurban gibi bazı dini ritüeller yerine getirilince (gerçi modernite arttıkça bu ritüellerden de onları muaf kılacak yeni yorumlar duymuyor da değiliz.) Allah'a ait sorumluluklar bitiyor mu? Sorabilir miyiz böyle bir din ve Allah anlayışının kaynağı nedir? Bunlara böyle bir din algısını, hangi Allah, hangi din vaz ediyor?

Cinlerden, perilerden, sihir ve büyüden, keramet ve mucizeden geçilmeyen, adaleti, hak ve hukuku, emeği, alın terini önemsemeyen bir din algısının kaynağı, Kur'an ve kendisinde, kendisine inanalar için güzel örnekler bulunan İbrahim Ve beraberindekiler ile Son Nebi Muhammed olabilir mi? Her paragrafı, sorgulama, akletme, adalet, hak, hukuk, özgürlük, ahlak, paylaşma, vefa, emeğe saygı, hesap verme ve sorumluluk üzerine kurulu olan, israfı, kendini beğenmişliği, cimriliği, tembelliği, asalaklığı, zulmu ve zalimi lanetleyen bir metin, bir İlahi Kelam nasıl böyle bir din algısı ve anlayışın kaynağı ve dayanağı olabilir. Ve nasıl, bu İlahi Kelamın kalbine/zihnine ilka edildiği adaletin, rahmetin, sabrın, mütevaziliğin, hakka adanmışlığın sembolü olan bu şerefli insandan böyle bir din algısı neşet edebilir? Ve bu anlayıştaki insanlar hangi cüretle bu ilahi kelamın ve onun taşıyıcısı ve ilk uygulayıcısının adını kullanarak anladıklarını ve yaşadıklarını meşrulaştırabildiklerini iddia edebilirler?

En önemlisi de dini bildiği, Kur'anı anladığı var sayılan ülema ve aklı selim ve adalet sahibi Müslümanlar bu tavır karşısında nasıl sessiz kalabiliyorlar. Onların verdiği üçbeş kuruş ve birkaç kırıntı onları bu sessizliğe mahkum etmediyse, bu suskunluğun sebebi nedir? Kendi evinin içini, evinin önünü temizlemeyenin, pislikten kirlilikten şikayet etmeye hakkı olabilir mi?

Kimse gocunmasın, İslam algımızın kaynağı nedir, ne kadar İslamidir? diye sormaya devam edeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder